MADAN SARUP
Çev.: Abdülbaki Güçlü Pharmakon Yayınevi
Madan Sarup, post-yapısalcı düşünürlerce anlamlandırılmaya çalışılan postmodernleşme sürecinin en iyi biçimde kavranmasına dönük altı sağlam bir kavrayış çerçevesi sunmakla yetinmiyor; modern sonrası sürecin doğurdukları ya da doğuramadıkları bağlamında eleştirel bir bakış da sunuyor okura.
II. Dünya Savaşı sonrasında insanlığa yeni bir ufuk çizme arayışındaki pek çok Fransız felsefeci, modernlikten postmodernliğe geçiş sancılarının yanında olası çarelerinin de en iyi dile getirildiğini düşündükleri Nietzsche ile Heidegger’in metinlerinin derinliklerinde yollarını ararlarken bulmuşlardır kendilerini. Deleuze, Derrida, Foucault, Lacan, Lyotard, Baudrillard gibi günümüzde genellikle “post-yapısalcı” diye anılan düşünürler, ya ütopyacı modern toplum felsefelerini yeniden yapılandırarak sorun çözmese de sorun çıkarmaz hâle getirmişlerdir ya da bu modern üstanlatıların taşlaşan totaliter söylem yapılarını sorun olmaktan çıkartmanın arayışı içinde olmuşlardır.
Bu süreçte Marksizm, çeşitli dönüşümlerden geçerek hiç değilse alanlar ile söylemlerde eleştirel keskinliğini kendi çapında sürdürmüş; psikanaliz, Lacan ile izleyicilerinin çalışmalarıyla yeni bir derinlik kazanarak daha bir olgunlaşmış; Frankfurt Okulu geleneği, Habermas’ın kişisel gayretleriyle, çeşitli alanlarla ilişkiye geçerek eleştirel yaklaşımı baş gösteren yeni koşullara uyarlamış; öteden beri savsaklanan kadınca düşünme savunusu Irigaray, Kristeva, Cixous gibi kadın yazarların yazılarında “üçüncü dalga feminizm” diye adlandırılan bambaşka bir düşünme katmanına sıçramıştır. Fransız felsefesi, peş peşe çıkardığı büyük felsefecilerle, daha önce hiç olmadığı denli büyük bir düşünürler kuşağı yaratmayı bilmiştir. Adına “postmodern” denen çağdaş toplumsal durum, yeni anlama yollarıyla birlikte alışılmadık söyleme olanakları da yaratan bir tarzda okunmuştur. Böylelikle, modern toplumun tıkanıklıklarından bağımsız düşünülmesi olanaklı olmayan “postmodern dünya”nın anlaşılması gereği, hemen bütün düşünsel izlencelerin bir numaralı gündem maddesi konumuna taşınmıştır.
Madan Sarup, Post-yapısalcılık ve Postmodernizm’de, toplum dünyamızda bir süredir olmakta olanları, modernliğe olduğu kadar postmodernliğe yönelik olarak da en derinlikli çözümlemeleri ortaya koymuş Lacan, Foucault, Derrida, Lyotard, Baudrillard gibi düşünürler eşliğinde anlama yoluna gidiyor. Bir yandan konunun önemli düşünürleri ile onların düşüncelerini anlaşılır biçimde anlatırken, öbür yandan anlattıkları karşısında eleştirel uzaklığını korumaya olabildiğince özen gösteriyor. Kitap boyunca geliştirilen postmodern yönelimli modernlik çözümlemesi, modern dünyanın gidişatının insanlık deneyiminin nasıl içinden çıkılmaz bir hâl almasına yol açtığına tanık olmamızı sağlıyor. Sarup’un ısrarla vurguladığı bu akışın yönü, sınırları kesin çizgilerle belirlenemese de büyük ölçüde felsefe alanının içinde kalmak durumundadır; “iyi ile kötünün ötesi”nden “modern öznenin ötesine,” oradan da alabildiğine dağınık postmodern deneyimler dünyasının bölük pörçük bilincine doğrudur. Bu çerçevede Sarup, en ufak bir kuşku duymaksızın, post-yapısalcı diye anılan düşünürlerin modernlik çıkmazından çıkmaya öncülük edeceklerini ileri sürüyor.
Sarup’un kitabı, post-yapısalcı düşünürlerce anlamlandırılmaya çalışılan postmodernleşme sürecinin en iyi biçimde kavranmasına dönük altı sağlam bir kavrayış çerçevesi sunmakla yetinmiyor; modern sonrası sürecin doğurdukları ya da doğuramadıkları bağlamında eleştirel bir bakış da sunuyor okura. Bu noktada kitap boyunca altı önemle çizilen husus, postmodern dönemin modern dönemden sonra gelen öteki tarih dönemleri arasında herhangi bir tarih dönemi olmadığıdır; modernlik “tarihin sonu”nu gösterirken, postmodernlik tarihin çözüşmesine bağlı olarak dönemleştirme çabasının bütünüyle anlamsızlaşarak son bulduğu bir tarihin ardından sürüklenmekte olan bir “tarih sonrasına” göndermektedir. Sarup, okuyuculara modernliğin hepten ortadan kalkması sonrası bir dönemde değil, geri döndürülemez bir başkalaşım ile dönüşüm geçirmesi sonrasında olduğumuzu belirtmekle birlikte, kaçma arzusu her zaman için çok temel bir insanlık olanağı olacağından, gerek imgelerin dünyası medya, gerek varlığın yurdu söylem, kitap boyunca hep içinde bulunulan bir “dil hapishanesi” bağlamında düşünülüyor. Sarup, “bütünlüklü bir süreç olarak tarih tasarımının hızla çözüşmekte olduğu” yollu Lyotard’ın düşüncesine sonuna dek katıldığını iyice belirttikten sonra, tarihin yalnızca bir öyküye ya da bir dizi öyküye eşdeğer olduğunun, değişik çıkar ya da kaygılara hizmet eden meşrulaştırım sağlama amacıyla dillendirilmiş bütün öyküleri, bütün kusurlarıyla birlikte, bundan böyle kesinlikle kullanamayacağımızın altını koyuca çiziyor.