PİNAna: Eski masallardan yeni hayatlar yapmak

Pinana

PİNAna

AYŞE BAŞAK KABAN

Notabene Yayınları 2022 229 s.

"Ayşe Başak’ın son romanı büyülü gerçekçiliğe göz kırpan ve kadınların dönüştürücü gücünü vurgulayan bir roman. Anneanne Nana ile romana da ismini veren torun Pina romanın ana karakterleri. Nana, ara sıra ziyarete gelen kızı, torunu ve kızı gibi büyüttüğü Rabiş’le birlikte deniz kenarında Küçükfaraşkoyu adlı köyde yaşayan, ahalinin saygı duyduğu, doğayla bağını hiç koparmamış bir yaşlı kadın. Uzun beyaz saçları, çıplak ayaklarıyla, köyde yürürken yanından hiç ayrılmayan köpekleriyle, roman karakterinden çok masal kahramanına benziyor."

NESLİHAN CANGÖZ

Ben, Kendim ve Bergen ile Ne Malum? adlı öykü kitapları ve Kırık Kalp Sendromu adlı romanıyla tanıdığımız Ayşe Başak Kaban’ın PİNAna adlı son romanı yayınlanalı çok olmadı. Uzun bir aradan sonra gelen bu roman, birbiriyle akraba olan, olmayan bir avuç kadının hikâyesini “kadın kadının yurdudur” duygusu eşliğinde anlatıyor. Edebi tür olarak değil de romanın kadın karakterleriyle sebebiyle roman ilk sayfalarından itibaren bana masalları, mitleri, efsaneleri anımsattı. Dolayısıyla PİNAna’ya yeniden yazılan mitik anlatıları aklımda tutarak bakmak istedim.

Feminist ideoloji sayesinde ataerkil sistemin üzerinin mitleri, masalları kullanarak şekerle kaplandığını ve mesela Grimm kardeşlerin simgesel olarak da erkek kardeşler –Tales of the Brothers Grimm– olduğunu ve sözlü kültürden yazılı kültüre geçildiğinde erkek kardeşliğinin bakış açısıyla yazıldığını biliyoruz. Buna karşılık pek çok feminist yazar masalların uysal, sessiz kadın kahramanlarının direngen öznelere dönüştüğü ya yeni metinler yazdılar ya da eskileri yeniden yorumladılar. Mesela Angela Carter’ın Mavi Sakal, Pamuk Prenses, Güzel ve Çirkin gibi on masalı yeniden yazdığı Kanlı Oda[1] adlı eseri bu konudaki en iyi örneklerden biridir bence. Mythpunk[2] olarak adlandırılan ve yine özellikle genç feminist yazarların mitsel anlatılardan ilhamla, post-modern anlatı tekniklerini kullanarak yazdıkları fantastik türdeki yapıtlarını da söz konusu yeni/yeniden yazıma eklemeli.

Ayşe Başak’ın son romanı ise büyülü gerçekçiliğe göz kırpan ve kadınların dönüştürücü gücünü vurgulayan bir roman. Anneanne Nana ile romana da ismini veren torun Pina romanın ana karakterleri. Nana, ara sıra ziyarete gelen kızı, torunu ve kızı gibi büyüttüğü Rabiş’le birlikte deniz kenarında Küçükfaraşkoyu adlı köyde yaşayan, ahalinin saygı duyduğu, doğayla bağını hiç koparmamış bir yaşlı kadın. Uzun beyaz saçları, çıplak ayaklarıyla, köyde yürürken yanından hiç ayrılmayan köpekleriyle, roman karakterinden çok masal kahramanına benziyor. Nana’nın anlatıldığı bölümlerde romanın dili de masallara yaklaşıyor zaten:

“Nana ve diğer tüm kadınlar traktörlere doluşup tarlalara doğru yol aldı… [s]onra hep beraber dere boyunda buluştular. Anadan üryan soyunup, suya girip yıkanmaya başladılar. Nana bir şarkı söylüyordu. Şarkının bir yerinde sesi tizleşiyor, kollarıyla kuşlar gibi kanat çırpıyordu… [d]allarda, kovuklarda, yuvalarında ne kadar kuş varsa toplanıp geldi. Her birisi kendi dilinde şakıyarak topluluğun etrafında dönmeye başladı.” (s. 14-15)

Ancak masalların aksine, Nana’nın doğaüstü güçlerine şahit olmayız. Gücü doğayla yan yana olmasından, bitkileri, ağaçları, hayvanları tanımasından kaynaklanır. Masallarda, mitlerde, hatta popüler kültürde sıklıkla karşımıza çıkan, kocaman siyah kazanın içinde gizemli otlar kaynatan cadı veya gelecekten haber veren dalgın bakışlı kâhin imgesi bu romanda feminist bir yaklaşımla başka bir temsille değiştirilir. Yaşlılığının altı çokça çizilmeyen, sadece beyaz saçlarının pamuk şeker gibi uçuştuğunu bildiğimiz, kadın dayanışmasına inanan ve hayata geçiren, bekâr, otoriteye kafa tutan ama en önemlisi doğayla ilişkisi tahakküme dayanmayan yeni nesil cadı veya bilge kadındır Nana. Ağaçları, çiçekleri, esen rüzgârın yönünü, bulutların ne kadar yağmur bırakacağını bilir ve bildiklerini, deneyimini torununa aktarır:

"Ertesi gün Nana ile Rabiş hariç çiftliğin bütün kadınları… çevre gezisine çıktı. ... (B)u tur için seçtikleri rehber Pina’ydı. Küçük kız önde, diğerleri ellerinde değneklerle onun gerisindeydi… 'İşte bu sarısolmaz otu' dedi Pina, 'Karın ağrısına iyi geliyor, Nana bundan maske de yapıyor ama nasıl yapıldığını ona sormalısınız…' Sonra da otun neresinden tutulup alınacağını, alırken neler söylenmesi gerektiğini anlattı…. 'Şu yamacın oradaki beyaz çiçekleri görüyor musunuz, onlar da pazvat ama bilmeyenler civanperçemiyle karıştırır… Şu da pelin otu…' Pina minik kırmızı çiçekli, grili yeşilli yaprakları alabildiğine bol, neredeyse kendi boyuna yetişmiş bir çalının önünde durmuştu… 'Nana neredeyse tüm ilaçlarında kullanır. Kimi zaman çay, kimi zaman macun yapar, bazı bazı da şurup. Ama çok acıdır, o yüzden içmem gerektiğinde içine mutlaka bal koyar. Çok eskiden cadılar da kullanırmış biliyor musun? ... En çok kadınlar doğururken kullanırmış. Bununla istersen birini rahatlıkla öldürebilirsin İris, yediği veya içtiği şeye belli bir ölçünün üstünde koyman yeterli.'” (s. 170-171)

Küçük kızın kendinden oldukça büyük kadınlara otları anlatması, bilgi üretiminde deneyime yer veren, yaş, cinsiyet, vs. hiyerarşileri reddeden ve kadınların bilgisinin birbirlerine aktarılmasının kıymetini gösteren, kuvvetli bir örnek.

Masal kahramanlarını anıştıran bir başka karakter ise eski bir değirmende yaşayan, büyüler, rüyalar, yeminler bozan, “kimsenin görmediğini gören, işitmediğini duyan, söylemediğini söyleyen” Deli Saliha. Saliha da yanından topal eşeği ve köpeklerini ayırmaz. Ona yoldaşlık eden hayvanın eşek olmasını, gösterişçi, göz alıcı erkek kahramanların yanında görmeye alışık olduğumuz türden bir hayvan olmaması nedeniyle doğrusu muzipçe ve çok eğlenceli bulduğumu söylemeliyim.

Ayşe Başak Kaban

Masallar bize sınırlı sayıda ve belirli rollerin dışına çıkamayan kahramanlarla kısıtlı bir dünya sunar. En fazla güzel prenses, iyi kalpli peri veya cadı, yoksul, üvey anne ve büyücü olabilirsiniz. Ayşe Başak’ın bu romanda kurduğu dünyada ise sakatlar, çirkinler, lezbiyenler gibi masallarda yer bulamamış türlü çeşit tip yer alır. Rabiş’in kamburu vardır, yengeç çocuktur ve sakat olmanın tüm zorluklarını yaşar. Seher’in payına ise çirkinlik düşmüştür. Çok uzun boyu, bir o kadar kilosu ile alaylara, zorbalıklara maruz kalarak büyümüş ve genç bir kadın olduğunda “hem şekilsiz hem huysuz hem edepsiz” olmuştur. Füsun, annesi Meral Hanım’ın deyimiyle, bir banka aracılığıyla hamile kalmıştır, sevgilisi ise hem kadın hem de ecnebidir. Küçük kız torun Pina meraklıdır ama merakı yüzünden cezalandırılmaz, hatta teşvik edilir, dünyayı korku değil macera dolu bir yer olarak görür. Köyün yanı başındaki YaşlıOrman, Pina ile arkadaşı Cesur’un oyun alanıdır ve okuyucu olarak bizler Pina için cinsiyetinden dolayı ormanda olabileceklerden endişelenmeyiz. Romanın cadısı da, büyücüsü de kendi sesine kavuşmuş kadınlar olarak var olur. Nana’nın kızı İnci ve arkadaşları Dicle, İpek ve İris, herhangi bir erkeğin egemenlik alanı dışında kalmaya cüret etmiş yani bekâr/dul kadınlardır.

Yola çıkan, maceralar yaşayan, türlü zorluklarla sınanan ve nihayetinde ödüle kavuşan erkek kahraman mitine alışığız. Erkek kılığına girmeksizin, tek başına evden ayrılan kadın kahraman bulmak ise zor. Halbuki PİNAna’da kadın karakterlerin mobilitesi oldukça yüksek. Mesela İnci yollarda sırt çantasını eskitmiş, minibüs kullanan, “ansızıniçineoturanveengelolamadığıisteği”ni dizginlemeyen, hatta Bosna Savaşı sırasında kaçak bir şekilde bölgeye gidip Şerif Turgut’un yanında iki hafta kaldığını öğrendiğimiz biri. Kocası tarafından bir kliniğe kapatılan arkadaşı İris’i bir grup kadınla kaçırıp, Nana’nın yanında güvende olacaklarını düşünerek köye gelmiştir şimdi de. Romanın ilk hikâyesi şiddet mağduru İris’in, ikincisi ise köye gelen yabancı kadının –köylüler tarafından düşmanlaştırılan Zühal’in– kadınlar tarafından elbirliğiyle korunup kollanmasıdır. Ve PİNAna’da hikâyeler alışık olduğumuz gibi erkek değil, yabancı kadınların şehre gelmesiyle başlar. Harekete geçen, eyleyen kadınlar olmuştur romanda.

Artık kurtlarla koşacak halimiz kalmadı, vahşi ormandan da epeyce uzaklaştık. Ve pek az şeyin gündelik siyasetten bağımsız olduğunu da biliyoruz. Nitekim KüçükFaraşKoyu’nun muhtarı da unutursak hatırlatır.

"Köse Recep’in oğlu Muhtar’a Nana’yı sorsanız, önce sizi baştan aşağıya bir süzer, alt dişleriyle bıyıklarını ısırır, derin ve gürültülü bir nefes alır, nefesini verirken illaki gözlerini bilerek kısar ve sorardı. Hele deyiver neye sordun? Sorar ama yanıtı dinlemeden, beklemeden fısıltıya çalan bir sesle anlatırdı. Delinin en delisi. Cadının en tehlikelisi. Cadı diyorsam laf ola değil ha, yanlış anlama, en önde gideni. Anası da böyleymiş. Ocaklarında otun kaynamadığı gün yok... O bacalarından yaz kış duman tüter. Böyle der, bir süre susar, söylediklerinin ne kadar etkili olup olmadığını şöyle bir tartar, devam ederdi. O ve etrafındakiler bir çeşit çete gibidir. Ağacın da, böceğin de avukatı benim, der. Deli işte... Cinleri de var. Yeminle. Görenler olmuş. KüçükFaraşKoyu’nun başına gelmiş en büyük kötülük, buraların dışarıya açılmasını, modernleşmesini zerre istemez. Hele de bana, biraz gelişmenin, biraz daha çok para kazanmanın kime ne kötülüğü olur ki?” (s. 15-16)

Üstelik satır arasında geçen, bir gecede işsiz kalanlar, KHK ile atılanlar, öz savunma ile cinayetin farkını tartışan kadınlar da politikadan azade bir metin olmadığını okuyucuya gösterir.

Güncelle bağını kesmeden, bazen masalsı bir atmosfer kuran, nihayetinde “hikâyesini kendisi yazmak isteyen” kadınlara dair eko-feminist bakış açısıyla yazılmış bir roman var karşımızda. Romanın ters pençeli kuzgunuyla çocukları ormandan çağıran, yunusların doğumuna yardım eden Nana’nın Füsun’un doğumunda doktor çağırması gibi tereddütlerini göz ardı edip, doğayla bağını koparmamış bir kadınlık tahayyülü kurduğu, feminist epistemolojinin savunduğu gibi bilgi üretirken deneyimi de önemsediği, dışarıda bırakılanlara dikkat çektiği söylenebilir. Belgrad Ormanı’nda “uzmanlar” eşliğinde para ödeyerek mantar turu aktivitelerine katılmaktansa (böyle turlar var) Nana veya Pina gibi kadınların yol göstericiliği eşliğinde öğrenme ihtimalini hatırlatıyor.

Sirke kurarken, yoğurt mayalarken, kompost gübre yaparken, içine lavanta, papatya tohumları attığımız uyku getiren yahut öksürüğe iyi gelen karışımlar, çaylar içerken, evde üzerlik yakıp gezdirirken, saksıya komşudan aldığımız bir menekşeyi dikip “yapraklarına su değmesin aman” dikkatini gösterirken hissettiğimiz ve her birinde “bakalım nasıl olacak, tutacak mı bu kez” diye meraklandığımız şey bu dünyanın büyüsü ve bizi Nana’ya yaklaştıran duygu olabilir mi?

Ve tabii ki İstanbul Sözleşmesi Yaşatır!

 

NOTLAR: 


[1] Carter, Angela, Kanlı Oda, çev. Özden Arıkan, Pınar Savaş, Everest Yayınları, İstanbul, 2001.

[2] Mythpunk teriminin annesi Catherynne M. Valente ile yapılmış şu söyleşi oldukça açıklayıcı. http://strangehorizons.com/non-fiction/articles/mythpunk-an-interview-with-catherynne-m-valente/