Cinnet çağı başlarken dışavurumcu öyküler

patlayan kuryuklu yıldızlar

Patlayan Kuyrukluyıldızlar – Ekspresyonist Öyküler

KOLEKTİF

Çeviren: Zehra Aksu Yılmazer Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Büyük değişimlere ve savaşlara gebe olan 20’nci yüzyıl başlarken sanatçılara yalnızca izlenimlerini anlatmak (Empresyonizm) yetmemeye başlar. Nesnenin dış görünüşüyle yetinmeyip altındaki gerçeklerle ilgilenen Ekspresyonizm (Dışavurumculuk) işte böyle bir ortamda doğar...

ESER DEMİRKAN

Dünya çok karışık, her yerden şiddet haberleri duyuluyor... Toplumsal krizler, savaş, ölüm, kargaşa âdeta kol geziyor. İnsanlar yersiz yurtsuz kalmış gibi, herkeste bir “gitme arzusu”. Bütün bunlar yetmezmiş gibi teknolojideki değişimin hızı yaşam tarzlarını her geçen gün değiştiriyor. İnsanların yaşamlarını atalarınınkinden daha kolay hâle getiren teknoloji ve modernleşme, bir yandan da onları yalnızlaştırıyor, yabancılaştırıyor. Yarım yüzyıl önce doğmuş olanlar bile bilimsel, teknolojik gelişmeler karşısında şaşkın. Sanatçılar da daha huzursuz ve her şeyi tepeden tırnağa sorgulamaya başlıyorlar. Size günümüzden söz etmiyorum. Bu tablo, 20’nci yüzyılın ilk günlerinde yaşanıyor. Aradan yüz yıldan fazla zaman geçmiş ama sorunlar bugünkünden çok farklı değil gördüğünüz gibi. Cinnet çağı başlıyor…

Büyük değişimlere ve savaşlara gebe olan 20’nci yüzyıl başlarken sanatçılara yalnızca izlenimlerini anlatmak (Empresyonizm) yetmemeye başlar. Nesnenin dış görünüşüyle yetinmeyip altındaki gerçeklerle ilgilenen Ekspresyonizm (Dışavurumculuk) işte böyle bir ortamda doğar. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya’da başlayan ve gelişen akım, görsel sanatlardan edebiyata, sinemadan mimarîye birçok alanda etkili “olur”. Aslında burada “olmuş” demeliydim. Çünkü, Patlayan Kuyrukluyıldızlar, Ekspresyonist Öyküler’i okuyana kadar ekspresyonizmi ağırlıklı olarak görsel sanatları etkilemiş bir akım olarak biliyordum. Ekspresyonist öyküleri, Almancadan yaptığı çevirilerden tanıdığımız Zehra Aksu Yılmazer derlemiş ve Türkçeye kazandırmış. Kitaptaki küçük önsöz ekspresyonizm ve edebiyata yansımaları konusunda kapsamlı bilgiler ve değerlendirmeler de içeriyor:

“[B]ireyin ‘mekanikleşen’ dünyada yersiz-yurtsuzluğu, bilim ile ahlak, bilgi ile deneyim arasındaki uçurumu genişletiyor, her şeyin kökünden sorgulanmasına yol açıyordu. Ekspresyonistlerin buna ilk tepkisi, kendi içlerindeki kuyulara eğilip bakmaktı; isyan etti bu gençler, kökünden sarsılan eski değerlere sırt çevirip ‘Yeni İnsan’ın peşine düştüler. Rasyonellik ile irrasyonellik arasındaki geleneksel ayrımın aşılmasını savundular. ‘Sanat için sanat’ formülündeki eski sanat-hayat ayrımını reddettiler. Sanatı bir ajitasyon aracı olarak kullandılar. Ekspresyonist şair-yazar betimlemiyor, deneyim aktarıyordu; temsil etmiyor, yeniden oluşturuyordu; kabul etmiyor, yeni olanı arıyordu. Ekspresyonist şair-yazar şehrin karmaşık temposunun nabzını tutan yeni yaklaşımlar peşindeydi. Radikal bir kopuş, yeni bir başlangıç istiyordu.” (Zehra Aksu Yılmazer)

Franz Kafka ve Robert Musil gibi tanıdığımız yazarlar da var bu küçük ama etkileyici seçkide, Paul Scheerbart, Theodor Däubler, Mynona (bu takma adı tersten okumanızı öneririm) gibi az bildiğimiz yazarlar da. Soyut resmin öncülerinden ünlü ressam Wassily Kandinsky de bir öyküsüyle seçkide yer alıyor. Kitabın sonundaki “Kısa Biyografimsiler”, seçkide yer alan öyküler kadar yazarların yaşamlarının da sıra dışılıklarını göstermek bakımından keyifle okunuyor. 1890-1929 yılları arasında yazılmış bu öyküleri bugün de taptaze ve ilginç yapan yalnızca Ekspresyonist yönleri değil kuşkusuz. Her şeyden önce eleştirel bir dünya görüşüyle yazılmaları, savaş karşıtı olmaları, düşündürücü, fantastik, komik yönleri ve daha birçok ayrıntı bu öncü öyküleri sanki bugün yazılmışlar gibi “modern” kılıyor.

Patlayan Kuyrukluyıldızlar’daki öyküler resim-edebiyat ilişkileri bağlamında da okunabilir. Ekspresyonist ressamların deforme olmuş bedenler yapmaları gibi öykü kahramanları da yazarlar tarafından tiksindirici, zaman zaman alaycı biçimde betimlenmiş. Toplum dışına itilmişler, ezilmişler, akıl hastaları ve sıra dışı kişiler sık sık konu edilmiş.

“Kafadan kontak Pimperling vardı bir de. Kulak zarı kulaklarından dışarı taşmış, buruşuk buruşuk sarkıyordu. Kuzey ışığından yapılma son model bir alınlık takmıştı. En iğrenç koku perdeleri arasında vanilyayla pudralanarak namus kurtarmaya girişen çamura batmış toplu mezar kazıcısı tiplemesi.” (Hugo Ball, “Grand Hotel Metafizik”)

“Bu kan kırmızısı gün batımından tam dokuz ay sonra zavallı Mathilde bir hilkat garibesi, haşlanmış ıstakoz gibi kıpkırmızı, saç yerine dikenimsi çıkıntılarla kaplı bir yaratık dünyaya getirdi. Ama yaratık her şeye rağmen hayatta kaldı ve yaşadığı sürece adı kırmızı kirpi oldu.” (Mynona, “Bir Çocuğun Kahramanlığı”)

Bu öykülerdeki kimi betimlemeler resim olarak tasarlansa tam da Ekspresyonist bir ressamın figürlerine dönüşüverecekmiş gibi yazılmış:

“[Y]akaladığını kapacakmış gibi duran bir balık ağzı; uzun, iri delikli bir burnu, gri-mavi keskin gözlerinin ardında emrine her daim amade ateşli fikirlerle dolu bir fikir hazinesi vardı.” (Oskar Panizza, “Tavistock Meydanı'ndaki Suç”) 

Kitaptaki metinleri okudukça Edvard Munch’un “Çığlık” resmini ya da Oskar Kokoschka’nın figürlerini anımsamadan edemiyorsunuz. Yalnızlaşan insanın iç sıkıntısı, korku, ölüm, başkaldırma, çılgınlık temaları sıkça işleniyor. Bu “karamsarlığın” nedenlerinden biri de yeni gelişen teknolojiler ve bilimsel araştırmalar karşısında insanın akılla metafizik arasında savrulup durmasıdır belki de.

“Gözlemevi karanlığa boğulmuştu, yıldızlardan teleskopların cilalı pirinç borularına yansıyan ışıklar yuvarlak salona ince soğuk ışınlar halinde damlıyordu. Kafalar yavaşça sağa sola çevrilip gözler etrafta gezdirildiğinde, ışın demetlerinin tavandan sarkan metal pandüllere sıçradığı görülebiliyordu. Zeminin zifiri karanlığı, ışıkları yanıp sönen parlak makinelerden düşen pırıltılı damlaları yutuyordu.

"(…) Salonun Satürn'ün o boğucu tesiri altında olduğunu hissedebiliyorum, Doktor Mohini. İnanın bana, teleskoplar doğrultuldukları yıldızı böceklerin boruları gibi emer ve hem görünen hem de görünmeyen ışınları aşağıya, merceklerinin girdabına doğru çekerler!” (Gustav Meyrink, “Satürn'ün Halkası”)

Ekspresyonistler, resimlerinde nesnel betimleme yerine öznel, karmaşık ve güçlü duyguları tuvallerine yansıtmaya çalışırlar. Özellikle kontur çizgilerinin renkleri çevrelediği resimlerde boyaları tüpten çıktığı gibi kalın ve güçlü kullanırlar. Öykülerdeki betimlemelerde geçen renkler de dikkat çekici:

“Bir fagotun uzayıp giden, biraz ifadesiz, biraz kayıtsız, boşlukta derin derin salınan sesiyle her şey yavaş yavaş yeşile döndü. İlk başta koyu ve biraz da kirliydi bu yeşil. Sonra giderek daha açık, daha soğuk, daha zehirli, sonra daha da açık, daha da soğuk, daha da zehirli.” (Wassily Kandinsky, “Fagot”)

“[D]ağ keçisi rengindeki güderi eldiven”, “sayvanlı karyolanın tepesin[d]e gümüş rengi köpekler”, “gül renkli bir melek”, “akşam kızıllığının pembe pırıltısı” gibi tamlamalarla rengârenk bir dünya anlatılmış sanki. Bu betimlemelerden de anlaşılacağı gibi öykülerin dili oldukça şiirsel… Bu şiirsel dili, yetkin bir Türkçe söyleyişle duyumsatan Zehra Aksu Yılmazer’in titizliğini ve başarısını da kutlamadan geçmek istemem.

“Ekspresyonist edebiyatın önemli bir özelliği de, üslubun düzyazıda bile yoğun bir şiirselliğe sahip olması. Zaten yazarların çoğu aynı zamanda, hatta daha ziyade şairdir ve metinleri düzyazı şiir olarak da görülebilir. Ayrıca, kullanıldıkları dil, amaçlarına uygun olarak, geleneksel dille bozuşarak kendi oyunlarını oynayan, gramerin eline avucuna sığmayan, başına buyruk bir dildir.” (Zehra Aksu Yılmazer)

Özellikle August Stramm’ın “Son Adam” adlı öyküsündeki “savaş” anlatımı bu saptamaya çok iyi bir örnek. Savaşın saçmalığı ve yok ediciliği sanki öykünün dilini de parçalamış gibi:

“Menzilden çekilin. nişan alın! aferin! aferin! Seri ateş! Mavi leblebiler! Leblebiler! Mavi gözler! Sevgilimin gözleri mavi. Ha ha! sıkın! sıkın! koşuyorlar. Nişan alın. Hedef tahtaları. koşuyorlar. Kız bacakları. sıkıyorum. sıkıyorum. lanet olsun. Sıkı öpüş, dayan! Savaş alanında göğüs göğüse! Su mu? ne? Namlular yanıyor mu (…) Duyuyor musunuz? Takviye geliyor. Düşmanı yaklaştırmayın. Tüfekler omza! Kahretsin! Ölmek alçaklık! bakın! ben ateş ediyorum.” (August Stramm, “Son Adam”)

Patlayan Kuyrukluyıldızlar’da kimi öykülerin diline şaşırtıcı bir kara mizah, alaycı bir komiklik eşlik ediyor.

“Kalbim sağlıklı olsaydı, önce pencereden atlardım; sonra da sinemaya gider, oradan bir daha çıkmazdım. Sanki piyangoda büyük ikramiyeyi kazanmışım da paramı henüz alamamışım ya da at lotaryasında bir at kazanmışım da ‘bedava’ ahır bulamamışım gibi hissediyorum kendimi. Aslında hayat bir döner merdiven trajedisi, döne döne yukarı çıkıp çıkıp iniyorsun, yıldızlar gibi hep kendi etrafında. Sevinçli bir çaresizlik içindeyim, çaresiz bir sevinç içinde; içimden ölüme sıçramak geliyor ya da şaka yapmak.” (Else Lasker-Schüler, “Kalbim Sağlıklı Olsaydı - Kinematografi”)

Bu on beş öykülük seçki, şenlikli ama bir yandan da tekinsiz, ürkütücü bir panayır gibi. Kuyrukluyıldızlar patlıyor, tarifsiz yaratıklar sergileniyor, sokaklarda altınla kaplanmış toplar (!) yuvarlanıyor…

Bir akbaba vardı, ayaklarımı gagalıyordu. Çizme ve çoraplarımı çoktan parçalamış, artık ayaklarımı didikliyordu. Hiç durmadan saldırıyor, sonra etrafımda huzursuzca kanat         çırpıyor ve işine kaldığı yerden devam ediyordu.” (Franz Kafka, “Akbaba”)

Prometheus’tan Kafka’ya… Cinnet çağı 21’inci yüzyılda da sürüyor… Kitaplarla ve sanatla direnmek gerek.