ADEM TEKDEN
KDY 2020 114 s.
Sadece Adem Tekden'in öyküleri hakkında bir yazı değil, aynı zamanda Ötesi Mavi'nin bir kitap olarak şekilleniş öyküsü: "Ötesi Mavi’yi, bir zamanlar aynı şehirde yaşadığımız, vakit buldukça edebiyattan, kitaplardan konuştuğumuz bir dostumdan gelen bir mektup gibi okudum. Şimdi memleketin farklı uçlarına savrulmuşken, bu öyküler birlikte geçirilen günlerin kaydı, yüz yüzeyken fırsat bulamadığımız konuşmaların bir telafisi, avuntusu gibi duruyor."
Son noktası çoktan konmuş, kıvamını bulmuş, yazarının zihnini epeyce meşgul ettikten sonra iyice pişip olgunlaşmış bir metni okumanın güzelliği ile kıyaslanabilecek başka bir şey varsa, o da akla öylesine gelen bir hayal, bir fikir, küçücük bir nesnenin yazıya evrilmesine tanıklık etmek olsa gerek. Gözlerimizin önünde adeta taş taş üstüne konarak bir binanın yapılışına şahit oluyoruzdur. Ve ancak talihliysek görebiliriz bunu. Sözcüklerin birbirine ulanması, sonrasında yazarından bile bağımsız bir varlık olarak ortaya çıkması yazanı olduğu kadar bu büyülü ana şahit olanı da mest etmez mi?
Adem Tekden imzalı Ötesi Mavi’nin müstakbel okuruyla buluştuğunu gördüğümde aklıma ilk gelenler bunlar oldu. Ve bu öykülerin ortaya çıkışına, düşüncenin kelimeye, cümleye ve nihayet tadına doyulmaz öykülere dönüşmesine şahit olmanın mutluluğunu bir kez daha yaşamış oldum ben.
Aslında her şey tanışmamızın üzerinden birkaç hafta geçmesiyle başlamıştı. Aynı kurumda çalışıyorduk. Dersler, etüt çalışmaları, öğrenciler bitmeyen sınavlarla hayat bir şekilde akıp giderken ortak bir ilgi alanımızın olduğunu görmüştük: Kitaplar. Okumayı seviyorduk, yeni yazarlar keşfetmek taşra hayatının monotonluğuna bir parça renk katıyordu. Laf arasında kitap yazıları yazdığımdan bahsettiğimde ‘Aslında ben de bir şeyler karalıyorum.’ cümlesi döküldü ağzından mahcup mahcup. Ara ara çiziktirmelerini gösteriyor, ilk öykü çalışmasını nasıl ilerletmesi gerektiği hakkında düşüncemi almak istiyordu. Lakin öykü işçiliği hakkında ancak hariçten gazel okuma becerisi gösterebilen biri olarak, işin ‘mutfağından’ bihaberdim ve ‘kem küm’den öte cevaplar veremiyordum. Bu noktada fark ettiğim önemli bir şey vardı: Söylediklerimi çok değerli düşüncelermişçesine dikkatle dinleyip ona göre tepkiler veriyor, bende önemli şeyler söylemişim duygusu uyandırmayı biliyordu. Neyse ki aynı kulvarda kalem oynatan kimi öykücü dostları vardı da aradığını orada buldu.
Sonra beklenen gün gelmiş; ilk öyküsü, “Dayı”, bir dergide yayımlanmıştı. Nasıl bir kutlama yapmıştık, bir kutlama yapmış mıydık, hatırlamıyorum bile. Özel bir eğitim kurumunda öğretmenlik yapmanın mevcut zorluğunun yanında başka yükler de binmişti sırtımıza. Zor günlerdi. Öğrencilere bunu hissettirmeden eğitimi devam ettirmek, ay sonunda yatıp yatmayacağı belli olmayan maaşı düşünmemek gerekiyordu. Kutlama neyimizeydi?
Olan arada soluveren sevinçlerimize oldu.
Onca hengâmeye rağmen öyküye devam etti Adem. Derli toplu bir metin ortaya koymadan yazdıklarını açık etmeyen yazarlara karşılık, gönlünün ve zihninin derinliklerinde nelerin dolaştığından, neyi yazmak istediğinden bahsetmeyi seviyordu. Bu malzemeye başkasının itibar etmeyeceğini bilip, edebiyatla sanatla hiç alışverişi olmamış çevresindeki kişilerin bu malzemeyi öykü kıvamına getiremeyeceğinden emin olmanın verdiği bir güven hissi miydi acaba bu? Dergilerde okuduğum öykülere kitaplaşmış haliyle tekrar eğildiğimde biraz da bu sorunun cevabını aramaya çalıştım.
İster fantastik ister gerçekçi bir öykü kaleme alsın, hemen bütün öykülerinde yaşadıklarından hareket etmeyi seçer Adem. Bizzat başından geçmese de çevresinde olup bitenlere kayıtsız kalamaz, yaşananları öyküye dönüştürmek konusundaki ısrar ve isteği öykülere bir şekilde sızar. Bu anlamda yazı onun için yaşamın bir aksidir. Kızdığı, sayıp söylendiği, alay etmek istediği birçok kişiden, olaydan öfkesini çıkarmak için –aynı zamanda kitabın ilk öyküsü olan– “Mümkün Hayaller”de karıncaları bir eğretileme olarak kullanılır. Doyasıya kitap okumak varken çocukça hayaller kuran Cemil’in karıncalara dair kurduğu gündüz düşleri bir kaçış olduğu kadar yaşamakta olduğu düzene dair açıkça bir eleştiridir.
Öyküde adı geçen Sistem Kitabı’nın bazı maddeleri öylesine tanıdıktır ki:
“Yöneticiler diğer karıncalar adına da düşünür ve en iyisini düşünür.
Yöneticilerden farklı düşünenler apaçık isyan içindedir.
Yöneticiler üstündekilere saygısını en iyi şekilde gösterenlerden seçilir...” (s. 14)
Öykünün girişinde adını andığı Tarık Buğra ve Borges’in, Adem Tekden’in öyküsünü anlamak için kılavuz niteliğinde olduğunu düşünüyorum. “Dayı” ve “Yalan” gibi ilk yayımlanan öykülerinde klasik tahkiyeyi tercih ederken, “Mümkün Hayaller”, “Bir Akıllı Değilin Defteri” ve “Yalnızlar Sofrası” gibi öykülerinde biçim ve içerik olarak yeni anlatım imkânlarının peşini kovalayan bir tavır kendini açıkça belli ediyor.
Dilin ve kurgunun sınırlarının zorlandığı “Yalnızlar Sofrası”, öykünün yazım aşamasına okurun dahil edilmesi ile diğerlerinden çok farklı bir yere konumlanıyor. Öykünün bir dergi editörü, bir öğrenci, işkilli bir okur ve son olarak eleştirmen gözünden yazılması, okurla yazarı açıkça karşı karşıya getiren bir ilginçlik olarak görünmesinin yanında yazım aşamalarını göstermesi açısından da dikkate değer. Anlatıcı, öykünün hem yazarı, hem farklı kesimlerden okuru, hem eleştirmeni olarak kurgu sanatını, edebiyatın işlevini ince bir ironi eşliğinde sorgulamakta…
Bu oyuncu tavrı, “Bir Akıllı Değilin Defteri”nde, mecazların kullanımı ve dilin tersine çevrilmesi şeklinde kendini gösterir. Öykü kişisi Selim dünyanın bozulan düzenini onarmak, çivisi çıkmış bu dünyaya yeni bir düzen vermek için işe atasözü ve deyimlerden başlamak gerektiğini düşünür:
“Atalarımız bazı sözleri becerememişti. Mesela her yoğurdun bir yiğit yiyişi vardır, şeklinde daha veciz olmuyor muydu? Nice babayiğidi yutmuş anlatmak için kullanılsaydı. Hakeza kuvvetten birlik doğar; daha katmanlı bir anlam içermiyor muydu, bir güç etrafında çöreklenen omurgasız canlıları anlatmak için. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündü:
Kılıfı hazırlayan minareyi çalar.
Zararla oturan öfkeyle kalkar,
İki beynamaz arasında cami olmak
Güvendiğim karlar dağlara yağdı…” (s.45)
Muzip, şaşırtıcı ve iğneleyici nitelemesini fazlasıyla hak eden Ötesi Mavi’nin en dikkate değer ve dokunaklı parçalarından biri de “Zeytin Ağacı”. Ancak işinden olunca insanın parası kadar itibarının olduğunu idrak eden bir babanın, zeytin ağacıyla diyaloğundan ibaret bir öykü bu. İmkânlarını olduğu kadar saygınlığını da yitirdiğini düşünen bir babanın her geçen gün yeni korkularla tanışması okura hiç de yabancı gelmeyecektir. Zeytin ağacıyla konuştuğuna göre “Bir akıllı Değilin Defteri”ndeki Selim gibi aklından zoru olan bir karakter mi acaba sorusuna cevabı şimdiden verip okura kötülük yapmayalım ama yakın tarihte yaşanmış ve yaşanmakta olan birçok acıya temas eden dokunaklı bir öykü olduğunu söylemek de lazım. Tıpkı “Lütfen Aramızda Kalsın” öyküsü gibi. Bu öykü de ‘acılardan alınan payların’ bir verimi değil mi? Hani birçoğumuzun görmezden geldiğinde gerçekten böylesi şeylerin yaşanmamış varsaydığı acılardan. Bu öykülerde son yıllarda onca acı çekmiş insanların; ana babasından ayrı düşmüş evlatların, hastane köşelerinde bütün sevdiklerinden ayrı düşmüş yapayalnız can verenlerin, hayatı boyunca içine girmeyi aklından bile geçirmediği dört duvarın arasında çile dolduranların dramı gizli. Sanat her şeyden önce kendinden hareketle ortak duyarlıklara seslenebilmekse, öykücünün –yaşadıklarından hareketle– bunu gayet şık bir şekilde yaptığı söylenebilir.
“Özgürlük dilediğin yöne istediğin kadar adım atabilmek değildir. Bir düşünceyi savunabilmek, dilediğin bir kitabı da okuyabilmek de değildir.” cümleleriyle başlıyor “Lütfen Aramızda Kalsın” öyküsü. Bu provokatif giriş, beklendiği etkiyi yapıyor “Özgürlük bu değilse nedir?” sorusunu akla getirdiği için merak unsurunu diri tutarak okumayı sağlıyor. Birkaç satır sonra gelen cümleler öykünün neyin çevresinde döneceğinin işaretlerini de veriyor.
“Bence özgürlük akşam işten gelince (işten gelmek de bir özgürlüktür bu arada) çocuğuna sıkıca sarılıp uyuyabilmektir.
Bunu öğrenmek kolay olmadı benim için.” (s. 29)
“Lütfen Aramızda Kalsın”ın “Zeytin Ağacı”nın bir devamı olduğunu düşünüyorum. “Zeytin Ağacı”nda babası hapse düşmüş bir çocuğun yaşadıklarını günlüğünden okuruz. Çocuk bakışı yaşananları daha saf bir gözle görmemizi sağladığı gibi, okurda duygusal etkiyi uyandırmak konusunda epey işe yarar. Ve biz o çocuğun bilinciyle yaşananlara, özgürlüğe, ayrılıklara, haksızlıklara daha bir dikkatle bakarız aslında.
Baktıkça bazı şeylerin aslından değişmeden sürüp gitmesi, aynı acıların çekilmeye devam etmesi anlaşılacak gibi değildir, ne bugün ne de yarın:
"Biliyordum bu mümkün değildi. Mantığım bir türlü almıyordu…. Küçük olduğum için belki. Büyüyünce bilecektim elbet.
(Büyüdüm, büyüdüm ama bilemedim. Herhalde mantığım gelişmedi.)" (s.55)
Ötesi Mavi’yi, bir zamanlar aynı şehirde yaşadığımız, vakit buldukça edebiyattan, kitaplardan konuştuğumuz bir dostumdan gelen bir mektup gibi okudum. Şimdi memleketin farklı uçlarına savrulmuşken, bu öyküler birlikte geçirilen günlerin kaydı, yüz yüzeyken fırsat bulamadığımız konuşmaların bir telafisi, avuntusu gibi duruyor. Öykülere dönüp baktıkça geçmişte üstü örtülü bırakılmış, ima ya da suskunlukla geçiştirilmiş sözler daha bir anlam kazanıyor. Böylece edebiyatın zamanı ve mesafeleri aşmanın hâlâ en güzel yollarından biri olduğunu bir kez daha anlamış bulunuyorum.
•