GÜZİDE SABRİ
Maya Kitap 2021 285 s.
Türk aşk romanlarının mihenk taşı Güzide Sabri’nin Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi ve onun devamı olan Nedret, Maya Kitap tarafından tek kitap olarak yayınlandı. “Acıların kadınları”nı bir araya getiren iki kitap soluksuz birer aşk serüveni temposuyla ilerlerken, okurun merak seviyesini bir an olsun düşürmüyor.
Güzide Sabri için, Türk romanında genç kızların içinde düştüğü karasevdayı birinci ağızdan anlatan ilk kadın yazar desek, yanlış olmaz sanırım. Yazarın yalnızlıkla koyun koyuna geçen çocukluğu, babasının Abdülhamit tarafından sürgüne gönderilmesi, ilk ve en yakın arkadaşı –Sabri’nin ilk kitabı Münevver’e de ismini veren– Münevver’in acılar içinde ölmesi, kocası Ahmet Sabri Aygün’ün de hayatını kaybetmesiyle ikinci kez karalar bağlaması, onun eserlerinde sıkça karşılaşacağımız konular olarak ortaya çıkar. “İmkânsız aşklar için yaratılan” kadınlar Sabri’nin kitaplarında “acıların kadınına” dönüşür. Sevdalılar bazen mutlu sona kavuşup gökten düşen üç elmayı dağıtır, bazen de kalp acılarının katmerlenmesi neticesinde terk-i diyar eylerler. Maya Kitap, yakın zamanda Güzide Sabri’nin Yabangülü ve Necla kitaplarını peş peşe yayınlamıştı. Şimdi de yazarın 1905’te yazdığı ikinci kitabı Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi ve onun devamı olan Nedret’i tek kitap halinde tekrar yayınladı.
İlk kitap, Fikret’in kardeşi Suat’ın, soğuk bir aralık günü kardeşinin emaneti mini mini Nedret’e hüzünlü gözlerle bakarak Fikret’in başından geçenleri kocasına anlatmasıyla başlıyor. Fikret, annesi öldükten sonra babası tarafından terbiyesine, ahlakına, özellikle de eğitimine çok dikkat edilmiş bir kız olarak büyütülür. Kitaplar arasında kaybolmaktan vakit bulduğunda kendini musikiye verir, çok güzel piyano çalar. Zeki ve irfan sahibidir. Bu masum hayatının henüz baharındayken memur olan babasının taşraya tayininin çıkması onun için ilk yıkım olacaktır. Ağlamaktan bitap düşer. Kimse onu teselli edemez. Yalnızlık hem kalbine hem zihnine vurur. Babasına aralıksız mektuplar yazar. Aradan altı ay geçmiştir ve Fikret baharı babasının yanında geçirmek ister. Nihayet babasından bir mektup gelir. Ancak bu kâğıt parçası Fikret’i daha da beter paramparça eder. Babası yalnızlığından dem vurarak evleneceğini belirmektedir mektubunda. Durumu kabullenmekten başka çaresi kalmaz. “Bütün ömrünü bana hasretmesi muhal” der. “Ben henüz hayatın mahiyetini incelemeyi düşünememiştim, mademki anneciğimin hatırasını senelerce muhafaza etmiştir, şu halde yaşamak ve hususen bakılmak için pederimin kararını muahezeye hakkım yoktur” diye düşünüp babasının evlilik törenine katılamayacağını bildirir. Derdini kimselere açmaz. Odasına kapanır, saatlerce düşünür, kendini kitaba, piyanoya verir.
Babası Fikret’i ikinci defa yanına çağırır. Fikret üç aylığına onu ziyaret eder. ‘Ciciannesi’ hakkında bir şey söylemez. Ancak Suat’ın bir taraftan gözlediği bir gerçek vardır: Fikret günbegün soluyordur. Sol tarafına arada bir sancılar girmeye başlar. Büyükanneleri de durumu fark eder ve Suat’tan bir doktor çağırıp Fikret’e baktırmasını ister. Buldukları doktor ilk muayenesinde durumun basit bronşitten ibaret olduğunu söyler ve bir iki ilaç yazıp gider. İlaçların bir tesiri olmamıştır. Fikret’in sancıları devam eder. Bunun üzerine Suat’ın kocası bir doktor tavsiye eder. Artık onun kontrolündedir. Bir gece Fikret’in aniden sancılanması üzerine doktora bir telgraf çekilir. Ertesi gün hemen gelen Doktor Nejat, tüm motivasyonunu Fikret’in tedavisi için harcamaya hazırdır: “Emin olunuz ki geçecektir. Bütün kuvvetimi, hatta (yavaşça ve sevinçli bir seda ile) bütün hayatımı bu uğurda fedaya amadeyim; hayatta asla geçmeyecek yalnız bir ıstırap vardır” diyerek gönlünün kapılarını Fikret’e açar. Fikret de buna mukabil bir tebessümle ona cevap verir. Aşk kapıdan girmiştir artık. Bu ilk kıvılcıma şahit olan Suat ise durumdan hayli huylanır. Çünkü Nejat evlidir ve çocuğu vardır. Gel zaman git zaman, Nejat’ın tedavisi (aşkı mı?) Fikret’i günden güne iyileştirir ve eski sıhhatine kavuşturur. Suat da bu süre zarfındaki tüm düşüncelerinin hüsnükuruntu olduğuna, Nejat ve Fikret’in arasında doktor-hasta ilişkisi dışında bir şey yaşanmadığına kanaat getirir.
Bir gün Fikret eve berbat bir halde gelir. Kardeşine bir şey söylemeden odasına çıkar. Suat odaya girdiğinde onun bir mektup yazdığını görür. Fikret mektubu babasına yazmaktadır ve artık buralardan babasının yanına gidecektir. Nejat’a karşı beslediği tüm duyguları ona anlatmıştır. Suat burada kocasına anlatmayı keser ve Fikret’in kendisine yazdığı mektubu okur:
“Sana bu mektubu yazarken idam hükmünü bekleyen mazlumlar gibi, ben de bana verecekleri son kararın tebliğini bekliyorum. Üvey validem beni başından defetmek için vücudumu derin bir girdaba atıyor. Zaten zehirlenmiş ömrüme bir de işkence ilave ediyor. Dört beş gün sonra benden büyük bir adamın zevcesi oluyorum. Ne olduğumdan ve de ne olacağımdan bihaber denecek kadar idrakten mahrumum…”
Kitapta bundan sonra, Suat’ın refikası, Fikret’in tuttuğu evrak-ı metrukesini kendi kendine okumaya başlar ve biz de ona kitabın sonuna kadar eşlik ederiz.
İlişkiler yumağı
İkinci kitap Nedret’te, Nejat’ın uzun süre Avrupa hastanelerinde gördüğü tedaviden sonra tekrar toparlanmasını okuduğumuzda, ilk kitapta Fikret’in aşkıyla yanıp tutuştuktan sonra başına neler geldiği hakkında fikir sahibi oluyoruz. Başından geçen buhranları atlatan Nejat’ın doktorluğa, kitaplarına sarılarak hayata tutunduğunu anlıyoruz. Bu arada çocukları Nihat ve Nihal çoktan kemale ermiştir. Nihat’ın Mualla isminde müstakbel bir zevcesi, Nihal’in de bir kocası vardır.
Başarılı bir avukat olan Nihat, önüne gelen bir davayla ilgili detayları inceledikçe geçmişiyle tekrar karşılaşır. Dava bir çiftlikle ilgilidir ve Nihat bu çiftliği gayet yakından tanımaktadır. Davanın sahibi ise Nedret’tir ve onun babası Sait Bey, Nihat’ın annesinin dayısıdır. Nihat hemen konuyla yakından ilgilenir. Eve geldiğinde durumu aile üyelerine anlatır. Nejat’ın içinde adeta bir güneş doğar ve hislerini şöyle ifade eder:
“Senelerden beri kalbimde büyüyen çetin düğümleri gevşettin. Bugüne kadar ümitsiz ve hayalsiz kalan hayatıma tekrar yaşama sevinci getirdin. Yılların eziyet ve zahmetinden sonra arayıp da bulamadığım için ümitsiz kaldığım zavallı bir kadının kızından, onun yalnız ve öksüz hayatından büyük umutlar getirdin. Halbuki ben, onu bulmak ve görmekten artık tamamıyla ümidimi kesmiştim.”
Nedret ise ailesinden kalan mal mülkle İstanbul’da yaşamını sürdürürken, on sekiz yıl sonra çiftliğe gelir. Çiftlik bir zaman kiracılarda kalmıştır. Ancak daha sonra babasının yardımcıları Veysel Efendi ve Fatma Bacı’nın idaresi altına girer. Nedret’in çiftliğe gelmesiyle bahar da çiftliğe geri gelir. Kapalı panjurlar açılır, kilitli odalar tekrar görücüye çıkar ve Nedret annesinin hayaletini çiftliğin odalarında aramaya başlar.
Avukat Nihat’ın çiftliğe gidişine Nejat da eşlik etmek ister. Bir zamanlar bu çiftlik sayesinde dolan yaşamının hesap defterini tekrar önüne alacak ve Fikret’in anısını Nedret’te yaşatmak isteyecektir. Çiftlikte gelişen olaylarla beraber Nejat’ın Nedret’i kızı yerine koyması, Nihat’ın Nedret’e karşı hissettikleri, sonrasında Nedret’teki büyük değişim, mevzuya bir anda dahil olan sütkardeş Kenan kitabı bir ilişkiler yumağına çeviriyor, ancak biz konuyu daha fazla kurcalamayalım. Çünkü her iki kitap da yüksek tempolu birer aşk serüveni ve buraya yazdığım her cümle kitabı biraz daha açık edecek. Tadında bırakalım.
Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi ve Nedret, Güzide Sabri’nin tüm yazım özelliklerini içinde barındıran iki kitap: Öksüz çocuklar, kavuşamayan âşıklar, sonunda kavuşan âşıklar… iki eserin de fonunda değil, tam ortasında yer alıyor. Ancak Nedret için ayrı bir parantez açmak gerek. Güzide Sabri’nin Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi’nden on yedi yıl sonra, 1922’de yazdığı Nedret’te, Nihat’ın yavuklusu Mualla üzerinden, çok içine girmeden “Batı özentisi”, “milli” gibi kavramları ele aldığını görüyoruz. Mualla zevk düşkünü, gözü Avrupalarda olan, süslü bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. Bu gibi kavramlara yazarın eserlerinde çok fazla denk geldiğimiz söylenemez. Bunun yanında, yazarın kitaplarının filmlere konu olduğunu da unutmadan, Yeşilçam filmlerinde rastladığımız acı dolu, “Annem beni sever miydi?” gibi diyaloglara, yalnız ve mutsuz kadının karanlık odalardaki hıçkırış hezeyanlarına da yine kitapta tanık oluyoruz. İki kitabın ortak özelliğiyse kuşkusuz, tüm Güzide Sabri eserlerinde karşılaşacağımız, dilin abartısız ve kurguyu aksatmadan ilerleterek kullanımı.
Maya Kitap’ın her iki eseri de orijinal hallerine çok fazla dokunmadan, eski Türkçe kelimeleri dipnotla yaptığı açıklamalarla yayınlaması da yazarın dilini daha iyi anlamak açısından isabetli bir karar olmuş.
•