ALLAN KELLEHEAR
Çeviri: Barış Zeren Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi
“Atinalılar! Ölümden korkmak, kendini (olmadığı halde) bilge sanmaktan farklı bir şey değildir. Bilmediği bir şeyi bildiğini sanmak demektir bu da. Aslında ölümün ne olduğunu kimse bilmiyor. Kim bilir, belki de insan için en büyük iyiliklerden biridir ölüm. Ama kötülüklerin en büyüğü olduğu da kesinmiş gibi herkes korkuyor ondan. İnsanın bilmediği bir şeyi bildiğini sanması, kınanması gereken bir bilgisizlik değil mi sizce?”
Evet, Sokrates’in sorusu böyle… Baldıran zehrini içmeden önce, hatta belki de son anlarında, ölümünden asırlar sonra bile varlık- yokluk ikilemine dair çaresizce tartışmaya devam ettiğimiz en önemli sorun bu belki de. Bilmediğini bildiğini sanmanın aslında en büyük bilgisizlik olması.[i]
Nasıl bir şey ölmek? İnsanın varoluşundan beri merak ettiği en önemli soru üzerine nice düşünürler kafa yordu, nice bilginler tezler üretti, nice lafazanlar tartıştı. Fakat vardığımız nokta hiç değişmedi: Tümden bir belirsizlik, yokluk, hiçlik hali… Sosyoloji ve kamu sağlığı alanında çalışmalarıyla tanınan akademisyen Dr. Allan Kellehear ise “Ölmek ne tek bir şey, ne tek bir deneyim, ne de basitçe sağlık durumundaki kötüleşme ya da zayıflık klişesi” diyor. “Ölme her zaman sağlık durumundaki kötüleşmeyle, umutsuzlukla ilişkili olmasa da, sağlığını yitirme ve çaresizlik hemen her zaman yaşamın sona erişiyle ilişkilendirilir.”
Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nin Temmuz ayındaki yeni kitapları arasında yer alan, Kellehear’ın derlediği Ölme Üzerine Bir İnceleme insanın ölme deneyimini ve bu deneyimin karmaşıklığını okurun önüne bir parça olsun serebilmeyi amaçlayan bilim insanlarını ve klinisyenlerin görüşlerini bir araya getiriyor. Bize, şimdiye dek öğretildiği gibi, ölmeyi üzücü ve kötü bir durum olarak sunan klişelere itibar etmekte fazla aceleci davranmamamız gerektiğini anımsatan, farklı boyutlarıyla ölme üzerine düşünmeye davet eden, bu konudaki yargıları incelikli bir biçimde gözden geçirmeyi öneren bir inceleme…
Toplumsal ve davranışsal çalışmaların ölme üzerine söylediklerinden tıp biliminin ölmeye yaklaşımına, ölme ve sanat ilişkisine, Batı edebiyatında ölme kavramına, hatta filmlerde ölmeye uzanan bir dizi başlık altında insanın bu en eski ve bitmeyecek merakının gizli kapılarını aralamaya çalışıyor Kellehear’ın bu çalışması. Öte yandan, kitap tüm bu başlıklar çerçevesinde ölme deneyimine dair görüşlere, yerleşik yargılara ve ihtimallere çok disiplinli bir yaklaşımla yer verirken bir yandan da “ölmeyle birlikte yaşama” vurgusu etrafında şekilleniyor.
Yazar toplumsal ve davranışsal çalışmaların ölme üzerine söylediklerini konu alan bölümde; ölme deneyiminin bugüne dek daha çok bedensel kötüleşme, hastalık veya yaşlılıkla bağlantılandırma biçimini eksikli gördüğünü ifade ediyor. Batı aklının verileri üzerinden gidildiğinde bu tür ölme deneyimlerinin vasiyet hazırlanması, duygusal hazırlık, yaşamdan elin eteğini çekme ve miras boyutuyla ele alındığına değinen yazar, ölmeye dair bugünkü anlayışımızda hâlihazırda çok eksik parça olduğunu; örneğin yoksulların ölme deneyimleri veya hastalık dışı (hapsedilme, intihar, savaş ) koşullarda ölme deneyimine dair daha fazla tanıklığa ihtiyaç duyulduğunun altını çiziyor.
Modern tıp veya biyo- tıbbın ölüme yaklaşımının konu edildiği bölüm ise ölüm gerçeği söz konusu olduğunda insanlığın ne kadar eşit olup olmadığını sorgulaması açısından önemli. Örneğin ABD’de 1997’den beri uygulanan Ölümü Belirlemeye Dair Genel Yasa’ya göre hekimler kalp– solunum ya da beyin işlevleri durmuş ve geri döndürülemez kişiyi ölü kabul ediyor. AB ülkeleri beyin ölümü kavramını ilk kabul eden ülkeler arasında. Ancak gerekli klinik göstergeler tek biçimli olduğu için, ABD’deki uygulamadan farklı olarak, bazı AB ülkeleri tamamlayıcı testler de istiyor. Gelişmekte olan ülkelerin çoğunda ise doğrulayıcı testler mecburi değil, zira bu testleri yapma imkânı bile olmayabiliyor. Asya ülkelerinde ise beyin ölümü kıstası her yerde kabul görmüş değil. Örneğin Japonya’da beyin ölümü gerçekleşmediği iddia edilen bir hastanın kalbinin çıkarılması nedeniyle bir doktorun cinayetten mahkûm olduğu kayıtlara geçmiş durumda. Velhasıl, tıpkı yaşarken olduğu gibi ölürken de yaşadığımız coğrafyanın “kader” ve şartlarına bağlıyız…
Ölme ve sanat ilişkisine gelince… Kitabın kuşkusuz en merak uyandırıcı bölümlerinden biri olan bu bölümde, sanat ve ölüm temasında tarihte bir yolculuk yapıldığında ilk bulguların M.Ö. 5. veya 6. yüzyıldan kalma klasik dönem Yunanistan’a ait yontu mezar taşlarında olduğu vurgulanıyor. Ölümün bir çeşit yolculuk olarak algılandığına dair ipuçları veren bu mezar taşlarında dünyadan ayrılma ya da “çekilme” imgelerine yer veriliyor. Yunan heykel sanatı ölmekte olan savaşçılara dair çeşitli betimlemelerle öne çıkıyor. Kahramanlık destanları ile elele gidiyor ölüm, bu heykellerde. Hıristiyanlık çağında ise en önemli model kuşkusuz çarmıha gerilen İsa. Batı sanatında en çok betimlenmiş bu figür; İsa’nın çarmıha gerilirken çektiği ıstırap, gösterdiği sabır ve tevazuuyla tasvir ediliyor.
15. yüzyılda basılı kitapların ortaya çıkmasıyla “iyi ölme” yaklaşımının önemini “Ars Moriendi” adı verilen ve pek çok Avrupa diline çevrilen, resimlerle süslenmiş bir çeşit ölüm rehberi denilebilecek yapıtlarda görmek mümkün. Bu kitaplar, Katolik inancına mensup kişilere, yanlarında bir rahip olmadığı zaman yol gösterici olmak üzere tüm detaylarıyla bir ölüm seremonisini anlatan biçimde tasarlanmış.
Batı edebiyatında ölme deneyiminin sıklıkla “yolculuk” metaforuyla birlikte anıldığını vurgulayan bu incelemede S. Plath, E. Dickinson, A. Camus, T. Mann gibi yazar ve şairlerin ölme kavramına yaklaşımları da unutulmamış. Bu arada ölüm teması üzerinden epeyce ekmek yiyen sinema endüstrisi de kitaptaki yerini almış. Popüler kültürde ölümün resmedilişinin görsel basının satış kaygılarını gidermek için kullandığı bir araç haline geldiği günümüzde, Prenses Diana’nın Paris’te bir Mercedes Benz’in arka koltuğunda ölürken çekilmiş fotoğrafı veya Saddam Hüseyin’in asılarak idam edilişini hangimiz belleklerimizden silebiliyoruz? Özellikle sinemanın “sıradan” ölmeyi görmezden gelip ölümü olağandışı bir olay gibi sunduğuna dikkat çeken kitapta, İngilizce konuşan dünyada son 70 yılda üretilmiş bazı filmlere atıfta bulunularak ölme etrafında kurulan “egemen anlam inşaları” da ele alınıyor.
Kitabın yazar Fran McInerney imzalı bu bölümünde “Ölüm ve Bakire” teması altında Aşk Hikâyesi/ Love Story (Yön. Arthur Hiller, 1970), “Ölmekte Olan Genç Adamlar” başlığı altında genç bir eşcinsel erkeğin AIDS sonucu ölümünü konu alan Philadelphia (Yön. Jonathan Demme, 1993), “Tanrı’nın Bekleme Odasında Ölüm” başlığında ise Stephen King’in romanından uyarlanan, idam hücresindeki erkek mahkûm ile gardiyanlar arasındaki ilişkiyi betimleyen Yeşil Yol (Yön. Frank Darabony, 1999) gibi filmler konu edilerek sinema yoluyla ölme deneyimine dair egemen anlam inşasının nasıl biçimlendirildiği gözden geçiriliyor.
Biyolojik olduğu kadar sosyo -kültürel bir kavram da olan ölüm üzerine farklı disiplinlerden görüşleri, alanlarına göre belli bir bütünlük içinde sunan bu kitap, ortak yazgımıza dair bilgi ve yorumları yeniden gözden geçirmek için ideal bir okuma. Dört bir yanımızı saran şu “cehalet çağı”nda bilmediğini bilmenin de bir erdem olabileceğini hatırlamak belki de bizi kurtaracak olan…