MESUT VARLIK
Pikaresk Yayıncılık Ocak 2022 268 s.
Alt başlığına takılıp kalabileceğimiz ama içinde ilerlemekten kendimizi alamadığımız bir kitap var elimizde. Üst başlığı da yerinden etmemek lazım elbette; coğrafyamızdayız. Olaylar Türkiye’de Geçiyor. Ancak şu alt başlığın fiskeyle yumruk arasındaki etkisi daha büyük: Edebiyat, Endüstrisi ve Konuşamadıklarımız. Kapak ve açılış sayfasından itibaren düşündüren kelimeler bunlar. Zira bu, çok alışılageldik bir dizilim değil. İki başlık altlı üstlü oturuyor karşımızda. Tahmin yürütmeye çalışmak gibi bir niyetimiz yok. Okuyacağız, yüzleşeceğiz.
Pikaresk Yayınevi tarafından geçen yılın son ayında yayımlanan bir Mesut Varlık kitabı mevzubahis olan. Mesut Varlık edebiyat camiasının da, okurun da yakından tanıdığı bir isim. Türlü mecralarda eleştiri, deneme, inceleme ve şiirleri yayımlanan, editörlük ve çeviri işleri de yapan, yayıncılığın dergicilik kanadında da hayli aktif bir yaratıcı-üretici şahıs. Kısaca, donanımlı ve üretken bir fikir işçisi de diyebiliriz kendisi için ki, son kitabı bunu iyiden iyiye ortaya koyuyor.
Olaylar Türkiye’de Geçiyor-Edebiyat, Endüstrisi ve Konuşamadıklarımız bir derleme yapıt. İçindeki yazılar Mesut Varlık’ın farklı dönemlerde, farklı nedenlerle ve farklı mecralarda (Taraf Kitap, Kitap-lık ve K24 gibi hem basılı hem de dijital yayın organları var aralarında) yayımlanmak üzere kaleme aldıklarından bir seçme. Dikkat gerektiren, kitaplık didikleten (tekrar okumaların değerini hatırlatan), hazmetmek için kişinin kendine zaman tanımasını gerektiren bir okuma olduğunu belirtelim. Yazarla hemfikir olmak için değil (ki şüphesiz aynı hatta olduğunuz mevzular olacaktır), farklı görüşlerin ve görme biçimlerinin varlığından haberdar olmak, en önemlisi de tenkitlerini ve taltiflerini bilgiyle sunan bir kalemle tanışmak için bu kitabı okumalısınız.
Kültürel kuraklığın tam ortasında
Mesut Varlık “endüstri”yi kavram olarak edebiyatın hemen yanında konumlandırıyor eserinde. Yabancılaşmak istiyor insan bu ilişkilendirmeye ama olmuyor, bu uzak-yakın ilişki çoktan almış başını gitmiş, çokça da aşınmış durumda. Yazar bunu Giriş metninde apaçık veriyor.
“Üretim ilişkileri’ni bir vidayı sıkan ile onun parasını veren arasındaki ilişki olmanın ötesinde kavramak gerekiyor artık. Çünkü; ürün ile kurduğumuz ilişki üretim şekli’mizi belirliyor. Çünkü; doğayla kurduğumuz ilişkideki sentetikliğin ölçüsü, verdiğimiz ürünün içindekiler listesinden de okunabiliyor. Böylece, uzatılmış arka kapak yazıları formundaki tanıtım metinlerinin, edebiyat eleştirisi literatürüne boca edilebildiği bu filtresizlik hali ile dünya tahayyülü olmadan yaratıcılığa soyunmuş metinlerin edebi üretim piyasasını domine ettiği bu patolojik profil, birbirinin kuyruğunu yiyen iki yılan misali eşleşiyorlar ve bu da sadece kültürel kuraklığa biraz daha yaklaşmamızı sağlıyor.” (s. 22)
İlk okumada sert gelebilir. Bir daha okuyun, okurken sahneleyin (ya da seslendirin) metni kafanızda. O zaman o kadar sert gelmiyor ve fakat etkisi kuvvetleniyor. Meselesi olan bir yazarın kaleminin yumuşak uçlu, baş kısmının tüylü falan olması beklenmemeli. Edebiyatın ve eleştirinin sınırlarını açmak için hakikati ve sorunlar tablosunu çırılçıplak soymaktan başka seçenek yok. Edebiyatı eleştirmek tam da böyle bir iş; didik didik bir eşeleme eylemi, daha hafif(senen) bir tabirle ise oyunu ve konfor alanlarını bozmak.
Yazarın bilgisini paylaştığı, öfkesini saklamadığı, meselesinden hiç sapmadan konunun karnını deştiği kitaba dönelim. Zira hemen üstteki pasajın da vurguladığı “yaratıcılık” mevzusunda acıklı bir gidişat olduğunu pekâlâ biliyoruz.
Mesut Varlık, “Edebiyat Eleştirisi için Zemin Yoklaması” başlığı altındaki Giriş’iyle okuru kitaba hemen çekerken, bu kısmın son cümlesiyle “Zaten kitaptasın” diyor:
“Düşünce ile ilişkisini durmadan seyrelten bir yazı eylemi, bağlamına yabancılaşmanın veya kinik bir kayıtsızlığın kaydı olmanın ötesini sezdiremiyor bile.” (s. 23)
Kapitalist dünyanın endüstrileşen çocuğu: Yaratıcı yazarlık
Histen, farkındalıktan, empatiden, vicdandan, derinleşme gayretinden yoksun zamanlardan geçiyoruz – geçip gidemiyoruz da. Herkes için geçerli değil bu diyebilirsiniz ama azınlık mücadelesi yetmiyor ki, durumlar iç acıcı bir kıvama kavuşamıyor bir türlü. Kabul edelim: Yüzeyde kalmaya pragmatik bir tepecikten bakışı benimsemiş bir kitlenin çağı bu. Mesut Varlık’ın “İnsanın doğal tarihini ancak ondan okuyabiliriz” diyerek işaret ettiği edebiyat da bu durumdan payını alıyor haliyle.
Şimdi artık bölümler halinde derlenmiş yazılarda odağımızı en üst seviyeye taşıyabilir, eksik/yanlış bilgiyi bozguna uğratabilir, eleştirilerle düşünce ve muhakeme çarkımızı hareketlendirebiliriz.
Yazı eylemi, kültür-sanat işleri, bilindiği üzere, meşhur bir müesseseleşme sürecinde epeydir. Atölyeler, programlar, kulüpler, dosyalar, kurslar, kitaplar, Zoom’lar... Yaratıcı yazarlığın da bu yoğun trafikte popülaritesi ortada; arz talep dengesi de… Kitabın ilk bölümü, Mesut Varlık’ın “Yaratıcı Yazarlık Endüstrisi”ne dair denemelerinden oluşuyor. Bu bölümde yaratıcı yazarlığın dünyadaki (endüstriyi doğuran ve parlatan coğrafyaları odağına alarak) ve Türkiye’deki tarihçesini de güzel bir derlemeyle, sistemi eleştirerek ama eleştirisini sağlam bir zemine döşeyerek bize sunuyor. Özellikle XX. yüzyıl itibarıyla değişen “yeni yazar tipi”nin, Türkiye’nin son 60 yılı kapsayan edebiyat dünyası analizininin (siyasi iklim değişiklikleri ıskalanmadan), yayıncılık ve okuyucu cephesine dair incelemelerinin her biri başlı başına birer kitap konusu olabilecek zenginlikte.
Bu bölümü –Yaratıcı Yazarlık Endüstrisi başlığı altındaki tüm ara başlıkları ve ilgili metinleri– dikkatle ve belki birkaç defa okumakta yarar var. Yazar olarak veya okur olarak değil sadece, bu toprağın daha fazla düşünmesi ve düşüncesini özgürce ortaya koymayı öğrenmesi gereken insanı olarak okumalı. Zaten Türkçede bu konuya dair, bu kapsamda yazılmış başka bir kitap yok. Gündelik dile bile kavramsal olarak yerleşen yaratıcı yazarlığın ne zaman doğduğunu, nasıl dünyaya yayıldığını, tarihini, en önemlisi de kavramlarının içinin nasıl boşaltıldığını bu kitaptan öğreniyoruz.
“Tarihi boyunca çeşitli yöntemlerle yayılmasını devam ettirmiş ve bugün artık handiyse başka bir nefesin alınmasına izin vermeyecek kertede dünyayı sarmış olan kapitalist mantığın, edebiyat dünyası özelindeki bir yansımasıdır yaratıcı yazarlık.” (s. 34)
Tartışmalar, yaklaşımlar, bakışlar
İkinci bölüm “Şu Kanon Dedikleri...”, edebi –ve elbette kaçınılmaz şekilde politik– tartışmaları anlatan pasajlarla başlıyor. Hararetli bir şekilde süregelen Türkçe edebiyat tartışmasını analiz ediyor yazar. Tartışmaların seyrini, tarihleri ve mecralarıyla birlikte dipnotlarda detaylarıyla vermeyi de ihmal etmiyor.
Şiire de özel bir alan tahsis edilmiş bu bölümde. “Türkçe Şiirin Kuruluş Dönemine Psikanalitik Bir Yaklaşım”la başlangıç yapıyor Varlık. Sonrasında “Cumhuriyet’in Türkçe Şiire Toplumsal ve Dilsel Açıdan Etkileri”ni şiir, felsefe ve perspektifinden irdeliyor. Amerikalı eleştirmen Harold Bloom’un ve Turgut Uyar’ın yaklaşımlarını inceleyerek derinleştiriyor. Bunu yaparken, bu toprakların dışına çıkarak da bir vizyon geliştiriyor.
İkinci bölümün finali bir soru-başlık: “Edebiyatımız Gençlere Ne Bırakıyor?” Mesut Varlık bu sorunun yıllardır peşinde olduğunu belirterek başlıyor. Şiire dair incelemenin devamı niteliğinde bu kısımda 100 yıllık bir konuya doğrultuyor feneri yazar ve bir miras endişesinden bahsediyor.
“Şimdi neler olup bittiğinin farkında olan, bilmek isteyen bir gençliğe nasıl bir literatür toplamı kalacak bizden?” (s. 126)
Az roman, incecik anlatmak
“Kuleyi Beklerken...”, kitabın en çarpıcı bölümlerinden biri. Orhan Duru’nun Az Roman’ına dair bir incelemeyle, dahası romanın yazım hikâyesiyle başlıyor. Kitaptaki dizin mantığını bu bölümde daha iyi kavrıyoruz. Mesut Varlık’ın konu sıralamasını yaparken ince bir ayar yaptığı ortada. Bu düzen sayesinde geri dönüp bir daha okuma gereksinimi duyduğumuz pasajlar olduğunu anlıyoruz.
“Orhan Bey’in vefatıyla tamamlanmak zorunda kalan Az Roman, sanatla (ölüme) direnmenin en kıymetli belgelerinden biri. Sait Faik Abasıyanık’ın ‘Yazmasam deli olacaktım’ sözünü hakir gören ‘yaratıcı’ yazarlarımızın anlayamayacağı; metniyle, edebiyatla kurulan varoluşsal bağın göstergesidir bu eser.” (s. 132)
Mesut Varlık. (Fotoğraf: Nazlı Erdemirel)
Romandan geçilmeyen bir piyasada Az Roman’ı derinlemesine mevzu etmesiyle de özel bir konum kazanıyor kitap. Şüphesiz, Duru’nun eseri, Varlık’ın bu dökümü sayesinde de daha çok okur bulacaktır, bulmalıdır da.
Az Roman’ın devamındaki yazılarda kitap eleştirilerine, eleştirmenliğe, olumsuz eleştirilere gösterilen yazar tepkilerine ve edebiyatımızda şekillenen yeni bir anlayışa dair lafını esirgemiyor yazar.
“Bu anlayış, yazarın metniyle ‘faydacı’ ve ‘araçsal’ bir ilişki kurmasına dayanıyor. Yazar, artık yazı masasına –metaforik anlamda– tek başına değil; okuru, editörü, eleştirmeni, yayınevi, ajansı, vs. arasından kendi meşrebince seçtiği bir ekiple –bazıları hepsiyle– birlikte oturuyor.” (s. 137)
Böyle bir ritimde ilerliyor üçüncü bölüm. Mesut Varlık, çağdaş öykücüleri de ıskalamıyor. Derinlikli kalemlerden, “incelikler”den, “incecik anlatmak”tan söz ettiği ara başlıklar bir adım öne çıkıyor. Bölümün adının (“Kuleyi Beklerken...”) sebebini de sonunda anlıyoruz. Julio Cortázar’ın Gözlemevi’ne dair kaleme aldığı inceleme ile kapanış yapılıyor.
Yayıncılık dünyası: Kitap ekleri, editörlük, sahaflar, okur
Kitabın yazarı Mesut Varlık bir yayıncı aynı zamanda. Özellikle sektörün dergi ve yayınevi taraflarını, daha doğrusu kitapla ilintili tüm mecraları iyi biliyor; birçoğunda da imzası, katkısı var. Dolayısıyla kitapta “Yayın Endüstrisi” başlıklı bir bölüm olması yadırganamaz.
“Deneyim ve Liyakat, her alanda olduğu gibi, yayıncılıkta da kalite, seviye ve kurumsallaşma için gerekli özellikler. Fakat, bu ‘DeLi’ özelliklerin oluşabilmesi ya uygun ortamın varlığına yahut kendinden manyakların inadına muhtaç.” (s. 171)
Yazar yayıncılık piyasasının çalışanlarına, sahaflara, kitapçılara, yayınevlerinin kurumsallığına, okurluğa, pandeminin yayıncılıktaki etkilerine dair yazılarını bu bölümde bir araya getiriyor.
Ve “Konuşamadıklarımız”
Bu 266 sayfalık kitabın epilog’unda mıyız? Bir sonuca ya da sona ulaşmadığımız için değiliz. Bu konuların bir sonu, sonucu olabilmesi için bu ülkede çok fazla değişim, bahsi geçen endüstrilerin paydaşlarında daha yüksek bir uyanış yaşanması, kuşkusuz gayretin de artması gerekiyor. Dolayısıyla aslında bu kitabın meselesi bitmez ama çok kritik bir bölümde, “Konuşamadıklarımız”dayız.
Edebiyat üzerine konuşulmuyor mu? Çok hem de… Her dijital ve basılı mecrada, her sosyal ağda “edebiyat” kelimesinin ne kadar sık kullanıldığını görüyoruz. Bunların çoğu edebi tartışmalar, sohbetler olmasa da bir odak var belli ki… Ancak Mesut Varlık başka türlü bir “konuşamadıklarımız” silsilesinden bahsediyor.
Leylâ Erbil’i “bir yeniden anlama” yazısıyla açılış yapıyor. Erbil’in dilini, belli başlı eserlerini analiz ederken koşulsuz bir övgü ve alkış yağmuruna tutmuyor yazarı. Tespitlerde bulunurken salt Erbil okumalarından yola çıkmıyor, yazarı incelemiş olan başka kalemlerden de yararlanıyor. Leylâ Erbil gibi yazarlara dair genellikle güzelleme yaparak yetinen yazılardan farklı bir kıvamı (hoş bir kışkırtıcılığı) var bu metnin. Bu kitabın tekrar okumaların değerini hatırlattığını başta belirtmiştik, hatırlatırız.
Sonrasında bir Nurdan Gürbilek yazısıyla kuşatıyor bizi Mesut Varlık. Yakın tarihte, 2020’de kaleme aldığı metinlerden biri bu. Son 30 yılın önemli deneme yazarlarından Gürbilek’in metinlerini kurcalama biçimi, tıpkı Erbil’de yaptığı gibi yine güzellemeden uzak, sarih ve serin bir kıvamda. Soruları ve itirazları olan bir kalem Mesut Varlık; beğendiği kalemlerde de bu şiarından vazgeçmiyor; bir kusursuzluk fantezisine ne kendini ne de okuru sürüklüyor. Son sayfalarsa bizi 2010 yılına, Hilmi Yavuz ve V. S. Naipaul gündemine götürüyor. Yazının hemen ardından medyada çıkan ilgili köşe yazılarından hazırlanan bir tablo karşımıza çıkıyor.
“Biz birbirimizden ne istiyoruz? Olaylar neden Türkiye’de geçip gidiyor?” diyor Mesut Varlık. Cevapları birlikte bulup vermenin zamanıdır, değil mi?
•