N. AHMET ÖZALP
Büyüyenay Yayınları 2020 416 s.
Araştırmacı yazar Ahmet Özalp, Mizahımızın Uç Beyleri adlı kitabında, mizah dünyasının önde gelen dört siması hakkında uzun yıllar önce basılmış dört kitabı gün yüzüne çıkarıyor...
Ahmet Özalp, Mizahımızın Uç Beyleri kitabının “sunum” yazısında fıkranın, diğer adıyla latifelerin hayatımızın bir parçası olduğunu ifade ettikten sonra bunun nedeni konusunda şunları söylüyor:
“Biliriz ki fıkralar birer aynadır (…) Girişin devamında ya bir kusurumuza ya da gülünç durumumuza ışık tutacak, ya anlamadığımız bir konuyu kavramamızı sağlayacak ya da bize bilgece bir hayat dersi verecek, toplumsal bir soruna dikkat çekecek ya da konuşulmaya korkulan siyasal bir sorunu dile getirecektir.”
Fıkralar aynı zamanda tarihsel ve toplumbilimsel bir belge niteliği de taşıyorlar. Gündelik hayat, inanışlar, değer yargıları, çelişkiler, çatışmalar, siyasal sistemin uygulamaları, kurumlar hakkında bilgi aktarıyorlar. Sonuç olarak sayılı kelime, cümle pek çok işe yarıyor!
Ahmet Özalp’ın Mizahımızın Uç Beyleri’nde ilk yer verilen kitap, Letaif-i Ebu Nüvas, Himmetzade (Süleyman Sudi) tarafından hazırlanmış ve baskı tarihi 1921. Himmetzade bize önce yazarı tanıtıyor:
“Abbasilerin en parlak ve şaşalı devri Harun Reşit’in hilafet ve saltanatı zamanıdır. (…) (Hükümdarın) Ebu Nüvas namında bir has nedimi ve mahsus şairi vardı. Mumaileyenin (adı geçen kimsenin) ekserisi birer hikmet ve ibret dersi olan hikâye ve latifelerini bu risalemizde toplayıp bir araya getirerek karilerin (okurların) nazarlarına vazetmeyi münasip gördük.”
Klasik Arap şiirinin önde gelen isimlerinden olan Ebu Nüvas, 756 yılında Ahvaz’da doğdu. Küçük yaşta ailesiyle birlikte Basra’ya taşındı ve burada Farsça ve Kuran öğrenimi gördükten sonra dönemin bilgin ve şairlerinden Arap dili ve şiiri dersleri aldı. Bu çevreden biri onu kötü bir hayata alıştırdı ve ardından Kufe’ye götürdü. Kufe’de yaşamını ahlak dışı her şeyin mubah sayıldığı bir çevre içinde sürdürdü. Buradan Bağdat’a giden şair zekâsı, şiiri, yakışıklılığıyla dikkati çekti ve şairlerin önerisiyle saraya alındı. Önce Harun Reşit’in, sonra da oğullarının resmî şair ve nedimlerinden biri oldu. Ancak o alıştığı yaşamı birkaç kez hapse atılmasına rağmen bırakmadı.
Yaşamının sonuna doğru Hacca gidip tövbe eden Ebu Nüvas bizde daha çok şair kimliği ile tanınmakta. Araştırmada yer alan diğer isimler kadar tanınmışlığı da yok. Zaten Himmetzade’nin derlemesi de hikâyeleri konusunda bizdeki ilk ve son çalışma.
İncili Çavuş, Süleyman Tevfik, 1921. Sağda: 1968’de Özdemir Birsel’in yönettiği İncili Çavuş filmi…
Ebu Nüvas’ın ardından mizahımızın ünlü bir başka siması olan İncili Çavuş ile karşılaşıyoruz. Bu kez okuduğumuz İncili Çavuş kitabı Süleyman Tevfik tarafından hazırlanmış. Yayın tarihi 1921. Bu derlemede ayrıntılı bir sunuş bulunmuyor. Ayrıca Süleyman Tevfik’in İncili Çavuş’un yaşamıyla ilgili verdiği kısa bilgi de sorunlu. Ancak bu sorunlu bilgiden dolayı derleme kıymetini elbette kaybetmiyor. Çünkü İncili Çavuş’un yaşamı hakkında yeterli bilgimiz yok. Ahmet Özalp bu belirsizliği şu sözlerle açıklıyor:
“Halka mal olmuş birçok kişilik gibi İncili Çavuş’un da tarihsel kimliği ve kişiliği belirsizlikler içindedir. Onun Kanuni’nin (1520-1566) nedimlerinden biri olduğunu söyleyenler de var, I. Ahmed (1603-1617) ya da IV. Murad (1623-1640) dönemlerinde yaşadığını, İran’a ve Fransa’ya elçi olarak gönderildiğini söyleyenler de.”
Velhasıl, rivayet muhtelif! Tüm bu söylenenleri harmanlarsak, belki 16. yüzyılın ikinci yarısıyla 17. yüzyılın birinci yarısında yaşamıştır diyebiliriz.
Benzer bir belirsizlik memleketi konusunda da mevcut, Kayseri’den Sivas’a, Isparta’dan Diyarbakır’a kadar ona sahiplenmeyen yok. Pek çok yer onu hemşerisi kabul ediyor, “Bu da onun halk tarafından ne kadar benimsendiğinin bir kanıtı”. Hem Osmanlı hem de Cumhuriyet döneminde İncili Çavuş adlı mizah dergileri yayımlanıp filmler çevriliyor. Hatta bir de İncili Çavuş Festivali var Kayseri’de.
Hikâyelerini okuyunca görüyoruz; sözünü sakınmayan, yeri geldiğinde yöneticileri, hatta padişahı çekinmeden eleştiren bir kişi; kızgın bir ânında aldığı sert kararlardan padişahı caydırabiliyor. Muhtemelen bu özelliklerinden dolayı da halk tarafından seviliyor.
Bekri Mustafa, Himmetzade, 1921. Sağda: 1965’te Suha Doğan’ın yönettiği Bekri Mustafa filminin afişi.
Mizahımızın Uç Beyleri’nde yer alan üçüncü kitap Bekri Mustafa. Kitap Himmetzade (Süleyman Sudi) tarafından derlenmiş ve ilk kez 1912 yılında basılmış. Himmetzade önsözünde Bekri Mustafa hakkında şu satırları yazmış:
“Memleketimizin her tarafında bu ismi tanımadık kimse yoktur. (…) Gece ve gündüz sermest (sarhoş) bulunan bu zat zamanının hoşsohbet zariflerinden olduğundan, dillerde yüzlerce hikâye ve latife ile cümlenin aşinası bulunmuş, dünyadan üç asır evvel yola düşüp azimet eylediği halde ismi hâlâ halkın hafızasında berhayat kalmıştır.”
Himmetzade bununla beraber bir meselenin altını çiziyor: Bekri Mustafa unutulmamış olsa da, “Latife ve menkıbeleri ağızdan ağza değişerek, diğerlerine isnat olunarak karmakarışık bir hale getirilmiştir”. İşte bu nedenle latife ve menkıbelerini kitap olarak yayını gerekmiştir.
Kitapta daha sonra Bekri Mustafa’nın hayatını okuyoruz. Ünlü “sermest”, yorgancı esnafından, hali vakti yerinde olan Ahmet Ağa’nın oğlu olarak 1602 yılında İstanbul’da Kadırga semti yakınlarında doğar. Mahalle mektebinden başlayarak medreseye kadar uzanan iyi bir tahsil hayatı geçirdikten sonra babasının vefatıyla okul hayatı sona erer. Babasının dükkânının başına geçip annesiyle ilgilenmesi gerekmektedir. Ancak bir süre sonra annesi de ölür ve Mustafa yapayalnız kalır. Bu yıllarda arkadaşlarının ısrarıyla ilk kez meyhaneye gider ve orada tattığı içkiden bir türlü vazgeçemez. Bu nedenle ismine “Bekri” lakabı ilave olunur. Gününü Kumkapı, Yenikapı ve Eminönü’nde Balıkpazarı meyhanelerinde geçiren Bekri Mustafa kısa süre sonra dükkânını da bırakır.
Himmetzade’nin onu tasvir ettiği satırları okuyalım:
“Uzun boylu, iri vücutlu, geniş omuzlu, gür ve uzun bıyıklı, sağlam bünyeli olup güzel ve sevimli bir adamdı. Gece gündüz sermest ve pür neşe olmakla beraber mizacı hoş, ahlakı güzel, hayırhah, hoşsohbet, latifeci, hazırcevap, zarif, hak ve insaniyet muhibbi, tecavüz ve haksızlıktan sakınan, diğerlerini taciz ve ızrardan müteneffir ise de bazen sarhoşluk tesiriyle şiddet gösterir ve arzusunun icrasını istemekte ısrar ederdi.”
Bir gün Padişah IV. Murad onu çağırtır ve sohbetinden memnun kalıp nedimleri arasına alır. Ayyaşlığını hoş gördüğü gibi Mustafa’nın rastladığı ve aktardığı sorunları hallettirilir.
İstanbul’un bu renkli siması henüz 41 yaşındayken, kısa süren bir hastalıktan sonra vefat eder ve vasiyeti üzerine Balıkpazarı meyhaneleri civarındaki kabristana defnedilir. Daha sonra kabristan kaldırılsa da onun kabrine dokunulmaz.
Himmetzade’nin kitabında daha sonra Bekri Mustafa’nın latifelerini okuyoruz. Bunların çoğu içkiyle, içkicilikle, sarhoşların dünyasıyla, meyhane alemleriyle ilgilidir. Yaşama ve dinin kurallarına daha hoşgörülü bir gözle bakan Bektaşi fıkralarını, bazen de sarhoş ve deli fıkralarını çağrıştırsa bile, daha yakından incelendiğinde bunlardan ayrıştığı görülür. Bekri Mustafa yasaklara itiraz ederken eleştirilerini dinî kurullara ve bağnaz kurallara değil, siyasi gücü elinde bulunduranlara yöneltir.
Mizahımızın Uç Beyleri’nde son olarak Bektaşi hikâyelerini okuyoruz. Kitap Süleyman ve Hakkı tarafından 1922 yılında yayınlanmış. Ahmet Özalp, “Bektaşi, Ebu Nüvas, İncili ve Bekri gibi tarihsel bir kişilik değil, bir inanış biçimini temsil eden bir fıkra tipidir” sözleriyle konuya açıklık getirdikten sonra şu sözlerle devam ediyor: “Bu nedenle Bektaşi tipi belli bir tarihsel dönemle de, belli bir yerle de kayıtlanamaz. Kimi zaman bir Bektaşi şeyhi, kimi zaman sıradan bir derviş, kimi zaman vali, kimi zaman da bir köylü olarak karşımıza çıkar.”
Bektaşi çevresindeki insanların olumsuz eleştirilerini ciddiye almayan, her zaman haktan, doğrudan yana, karşısındaki kim olursa açık açık söyleyen bir kişi. İçki içen, şekilci bir din anlayışına karşı çıkan Bektaşi, yüzyıllardan bu yana mizah dünyamızın önde gelen bir kahramanı. Yapıp söylediklerini hâlâ okuyoruz.
•