MEHTAP CEYRAN
Sel Yayıncılık 2017 6. baskı 214 s.
"Eğer gerçekçi olacaksak, gerçekliğin bütün boyutlarıyla yüzleşmek cesaretine de sahip olmalıyız: Ceyran bu savsözden yola çıkarak inşa ettiği metnin odağına yerleştirdiği üç karakterin iç dünyalarındaki travmayı, Batman'da yaşanan sosyal ve siyasal gelişmeleri ele alarak anlatmış, adeta bir dönemin fotoğrafını çekmiş."
Kazancakis, “Günaha Son Çağrı’yı yazdığım sürede, İsa'nın Golgota'ya olan yolculuğunu ilk kez böylesine dehşetle ama aynı zamanda anlayış ve sevgiyle takip etmiştim" diye yazmıştı…
Biz de, Mehtap Ceyran’ın Mevsim Yas (Everest yay. 2019) adlı romanını okuduğumuzda, iktidarın 1990’lı yılların başında Batman’da egemen kıldığı korku ve ölümlü yaşam üzerinden kendi varlığını sürdürme biçimini ve yürüttüğü acımasız politik yöntemlerin yol açtığı trajik sonuçları dehşet içinde kalarak ve ürpererek görürüz. O yıllarda halka reva görülen yaşam kadar sert, gerçekçi ve hayli sarsıcı olan hikâye karakterlerine karşı içten içe büyük bir acıma ve sempati duyarak, duygusal temelde bir özdeşlik kurmaya çalışırız.
Ceyran Batman’da geçen hikâyesini üç farklı tanığın anlatısı aracılığıyla bize aktarırken, aynı zamanda metin üzerindeki yazarın mutlak hâkimiyetini de askıya alarak; metni çok yönlü bakış açısı ve çoğulcu anlatı üzerine inşa ediyor. Dolayısıyla değişik okumalar yapıp özgürce yorumlar geliştirmemize olanak sunmuş oluyor.
Hikâye anlatıcılarının kişiliklerine ve amaçlarına daha yakından bakarsak: Birinci anlatıcı bir devlet okulunda öğretmen olarak görev yapan Zehra’dır. Zehra hem kendi hikâyesini anlatması nedeniyle ve hem de diğer kişilerin anlattıkları hikâyelerini okura açıklama görevini üstlenmesinden dolayı metnin iç yazarı olarak karşımıza çıkmakta.
İkinci anlatıcı Zehra’ya okuması için gizli mektuplar yazan küçük kız çocuğudur. Küçük kız çocuğu yazma amacını “Bizden geriye bir şey kalsın” diye açıklar. Böylece kendi anlattığı hayat hikâyesi üzerinden simgesel ve somut olarak kurucu eril ilkeyi temsil eden “Baba” iktidarını tartışmaya açar. İnsanın dünya üzerindeki egemenliğini kuran ve her geçen gün daha fazla geliştirip yaşamın her an ve alanında varlığını çok gaddarca hissettiren otoriter figür olarak Baba özelinde kuramsal ve metinlerarası bir ilişki geliştirir.
Üçüncü anlatıcı, yine Zehra’nın günlüklerini okuduğu ve Hizbullah tarafından kaçırılan aktar dükkânı sahibi Taha’dır. Taha da yazma amacını şu cümlelerle açıklar:
“Son günlerde ölüm tehditleri alıyorum. Hissediyorum zamanım az kaldı... Bütün yaşadıklarımı kayıt altına almalıyım... Tarih yaşadıkça yazılmıyor, yazıldıktan sonra yaşanıyordu. Hayatlarımız, devletin tarif ettiği hikâyelerdi.”
Böylece ideolojik ve resmi görüşle kurgulanan majör anlatıcılara karşı; ötekilerin yaşantısını esas alan alternatif minör anlatının önemini vurgular. Bu sayede metin, tarihin belli bir dönemini kapsadığı için, tarihsel ve belgesel roman niteliği kazanır. Üç ayrı dili kullanır: Birincisi, yazar olarak kendi dilini, üslubunu: bilgi, birikim ve becerisine dayanan algısal donanımları ve diğer yeteneklerini kullanarak. İkincisi, karakterlerin kendilerine dair spesifik yaşantının ve bilincin özneleri olmalarını sağlayan dili ve üslubu kullanmalarına müdahale etmeyerek. Üçüncüsü de daha genel olarak, kuramsal ve metinlerarası bazı referanslara atıf yaparak, bir tür üstdil geliştirerek…
Bu şekilde çok katmanlı bir metin inşa edilir. Dönemin ruhunu bu şekilde daha iyi anlatacağına ve anlaşılır kılacağına duyduğu inançla olsa gerek ki Ceyran yaşanan acımasız savaş koşullarını olağanlaştıran otoriter ve totaliter sistemin ürettiği kimi kavram ve kuramları farklı bireylerin görüşleriyle çözümleyerek, toplumsal yapıya ve ona atfedilen hafızaya bakışı da sorunlaştırarak; sıradan insanların çaresizlik içinde çırpınışlarına ışık tutar. Anlatılan çaresizlik hayatımızın bir hissidir ve edebileşmek ister demeye getirir sözü bir bakıma!
Eğer gerçekçi olacaksak, gerçekliğin bütün boyutlarıyla yüzleşmek cesaretine de sahip olmalıyız: Ceyran bu savsözden yola çıkarak inşa ettiği metnin odağına yerleştirdiği üç karakterin iç dünyalarındaki travmayı, Batman'da yaşanan sosyal ve siyasal gelişmeleri ele alarak anlatmış, adeta bir dönemin fotoğrafını çekmiş.
Bu bağlamda, küçük kız çocuğunun mektup formatında anlattığı aile hikâyesinde belirttikleri üzerinde durulmaya değerdir. Küçük kız çocuğunun ailesi, biraz Kafka'nın Dönüşüm’ündeki George Samsa'nın ailesine (otoriter baba ve bir böceğe dönüşen veya bir böcek, bir bit gibi kendisini hisseden çocuk) biraz da, Dostoyevski'nin Suç ve Ceza romanındaki Sonya Marmeledov’un ailesine (ayyaş ve kumarbaz baba ile acımasız üvey anne) benzemekte. Ailenin babası, bir dönem varlıklıymış. Ama içki, kumar ve kadınlara olan düşkünlüğü yüzünden sıfırı tüketmiştir, elde kalan küçük berber dükkânıyla hayata tutunmaya ve iktidarını korumaya çalışan sado-mazoşist bir karakterdir. Çocuklarının annesi öldüğü için yeniden evlenmiş. Evin üvey annesi, –ismini bile bilmiyoruz– sonradan dahil olduğu ailenin gerçek üyesi olmak için özellikle bir erkek çocuk sahibi olmak gerektiğinin bilinciyle her türlü yol ve yöntemi denemekte sakınca görmeyen, bunun yanında üvey çocuklarına karşı son derece anlayışsız ve acımasız davranan biri. Ailenin iki çocuğu, iki kız kardeş –özellikle büyük olan Hicran– içinde yaşadıkları hayatın bütün zorluklarıyla tek başlarına karşı koymak için çırpınıp durmaktalar.
Her gece eve zil zurna sarhoş gelen baba, evdekileri askeri disiplinle sıraya geçirip dövmeyi bir alışkanlık haline getirmiş. Yine bunun yanında, “Ben sizin Allah'ınızım” diye bağırarak varlığının kutsallığını hatırlatması yetmez, bir de evdekileri koro şeklinde; “Sen bizim Allah'ımızsın deyin” diye zorlayıp bağırtarak, kulları nezdindeki varlığını, otoritesini mutlak kılar; itaati bir ibadet ayinine dönüştürür. Küçük kız çocuğu, mektubunda babasını şöyle anlatır örneğin:
“Babam beni görünce karnıma bir tekme savurdu, sıyırıp geçti. ‘sıraya geç kancık’ diye bağırıyordu... Önceleri sadece ablamı dövüyordu. Şimdi üvey annemi de dövmeye başlamıştı. Onu Artık çirkin buluyor, beğenmiyor, aşağılıyordu.”
Eril varlığın, kendinde saklı yetkelilik umudunu koruma dürtüsüyle eşiyle geliştirdiği marazi ilişkide, trajedi ve vahşeti birleştirip pornografik hazza dönüştüren baba, yaşadığı bir kriz anında, kızını, eşi Feride sanarak kendi iç çelişkisini ve yarasını: “Bana ne yaptılar biliyor musun? Darbe günlerinde kardeşini arıyorlardı. Medet yüzünden beni götürmüşlerdi hatırlıyor musun?” diye anlatır, Diyarbakır cezaevinde tecavüze uğramıştır. Böylelikle hikâye bambaşka bir boyut kazanır.
Babanın itirafından anlıyoruz ki işkence ve tecavüz eril kültürün bir politik tercihi olarak uygulanmakta. Yine kendisini “Allah” sanan bu düşüncedeki erkekler, kendilerinden daha büyük bir güçle karşılaştıkları zaman her türlü aşağılanmayı kolayca sineye çekip, kendilerine yapılanın aynısını “öteki”lerine yani kadınlara karşı uygularlar, birer katil ve kurban olarak bağlı bulundukları kültürel sistemin üretimine sadakatle hizmet ederler.
İdeolojik ve sosyolojik açıdan daha farklı ve derin ele alınması gereken erkek egemen düzeni, yine en iyi edebiyat çözümlemiştir. Özellikle Dostoyevski ve Kafka evreninde sıkça karşımıza çıkan: baba zorbalığından kaçmanın imkânsızlığı ve buna körce itaat etmenin bir tür intihar ve böcekleşmeyle eşdeğer olduğu gerçeği, Mevsim Yas’ta da işlenir. Baba ve üvey annenin zulmüne karşı koyamayan küçük kız çocuğu, onların bakış ve etkinlik alanları dışına kaçarak, kanepenin altına gizlenir. Yani kendini görünmez kılarak var olmaya çalışır. Daha sonra aynı eylemi, gittiği yatılı okulda da sürdürür: Aile, okul, hapishane vb. kurumlar aynı mantığa göre kurulmuş ve yönetilmekteler. Dolayısıyla bu kurumlar aracılığıyla “her yere” hükmeden iktidara karşı da “her yerde” bir biçimde direnmek mümkündür. Deleuze’un “minör edebiyat” dediği edebiyat anlayışını bu anlamıyla metinde görmek mümkün. Özellikle de Kafka’nın böceği (Gregor Samsa) ile kurulmak istenen benzerliği küçük kız çocuğu “kendimi bir bit gibi”, “bir böcek gibi hissediyorum” diyerek somutlar. Elbette otorite karşısında kendisini aşağılanmış hisseden insanların hikâyesini çok önceleri Dostoyevski yazmıştır. Örneğin: “Öteki”nde Golyadkin yüksek rütbeli subayın yanında kendini “bir böcek gibi” hisseder. Yeraltında Notlar’ın anlatıcısı, subay Zvarkov’un kendisine “iğrenç bir böceğe bakar gibi” baktığını düşünür. Ölüler Evinden Anılar’da mahkûmlar birbirlerine “sanki önemsiz bir böcek türünü inceliyormuş gibi” bakıyorlar. Raskolnikov bir böcek değil, Napolyon olmak için cinayet işler ama neticede “bir bitten başka bir şey olmadığını” da anlar vb.
Başkasıyla kendisi arasında aşılmaz bir mesafenin oluştuğunu fark ettiğinde insan varoluşunun yoğunluğundan uzaklaşıp ya bir böceğe dönüşerek veya intihar ederek iktidarın yasasını ihlal etme savunusu mu?
Mevsim Yas’ta bu gerçeklik her iki boyutu ile ele alınır. Özellikle bir dönem yoğun olarak yazılı ve görsel basında yer alan “Batman'daki kadın intiharları” anlatının izleklerinden birini oluşturmaktadır. Hicran, küçük kız çocuğu, Perver (ki Perver amcasının tecavüzüne maruz kalmıştır) gibi birçok kadının intihar etmesi; siyasi ve toplumsal yapılara yöneltilen en güçlü eleştiri olarak anlam bulur. İntihar eden kadınların “Günahkâr” ilan edilmesi de, riyakârlığın toplumsal düzeyde ne denli kabul gördüğünü açıklar. Bu kadınların intiharlarını elbette eril zihniyetin ürettiği ve yönettiği siyasal ve toplumsal yapılarca gerçekleştirilen birer cinayet olarak okumak gerek. Bugün de çokça tanık olduğumuz kadın cinayetleriyle intiharlar arasındaki tek fark, intiharlarda faillerin görünmezliğidir.
Korkunun tuhaf ve yorucu bir duygu olarak hükmünü sürdüğü metnin diğer bir izleği de, siyasal olaylar ve cinayetlerdir. Kürt hareketi ile devlet arasında süren çatışmalı ortama, sonradan kimi karanlık güçlerce eklemlenen Hizbullah'ın gerçekleştirdiği tüyler ürpertici cinayetlerin anlatıldığı bölüm sarsıcı. Sokak ortasında gündüz vakti insan kaçırma veya ensesine tek kurşun sıkma ya da satırla doğrama olağanüstü derecede olağan bir biçimde gerçekleşmekte. Roman kişileri, sokakta her an kaçırılma ya da öldürülme olasılığını hesaplayarak adım atarlar. Bu arada, bir dönem cezaevinde yatıp çıkan Medet’in sokak ortasında ensesine sıkılan tek kurşunla öldürülmesi gibi bir dizi cinayet, dönemin gündelik gerçekliğini yansıtmakta. Medet öldürülmeden önce yeğeni küçük kız çocuğuna Marquez’in Kırmızı Pazartesikitabını hediye ediyor. Yani Santiago Nasar gibi öldürüleceğini biliyor – buna karşı bir şey yapamayacağını da... Yazar ölümün bir son ya da gerçekleşecek bir geçiş değil, şimdiki zamanda hep devam edecek bir ıstırap anlamına geldiğini ve meselenin aslında ölüm değil, daimi ölüş olarak yürütülen politika olduğunu anlatmaya çalışır. Zaten, cezaevi ile mezarlığın yan yana inşa edilmesi de bu mesajı en açık biçimde iletmekte.
Sonuç olarak; Mehtap Ceyran, zamanı belirsiz kılan birkaç izleği tanıkların gözlerinden yansıtarak Batman’ın resmini çeker. Tanıkların anlatışı, bireysel olaylardan yola çıkarak, bütün insanlığa dair vicdan ve ahlaki değer yargılarını hatırlatan kapsamda genişler. Gerçekliği bütün boyutlarıyla düşünebilmek için onu kurgulamak gerektiğinin altı da böylelikle yazarca çizilmiş olur.
•