UMUT DAĞISTAN
NotaBene Yayınları 2020 104 s.
Hastalık karşısında tekrar bir araya gelen dağılmış bir aile kroniği olarak görülebilecek Üst Kattaki Cinler ve taşralı bir cumhuriyet ailesini merkeze alarak sonu felaketle biten bir çapkınlık hikâyesinin anlatıldığı Boşluğun Sesi romanlarından sonra Melek Gibi Bir Şey, yazar Umut Dağıstan’ın üçüncü romanı. Fakat biçimsel olarak diğer iki romandan çok farklı.
Kelime seçimi ve ekonomisi son derece başarılı olan bu kısa roman kendisini bir solukta okutmayı başarıyor. Ancak yapıtın üstünde düşünme, değerlendirme, özümseme ediminin okuma sürecinden daha uzun sürdüğünü belirtmeliyim. Tabii bu hususta yazarın okuruna fazlasıyla güvendiğini ve boşlukları doldurma işini okuruna bıraktığını vurgulamak gerek. Hatta Umut Dağıstan’ın belki de okuruna fazla güvendiği bile söylenebilir, bu da her şeyi yazardan bekleyen tembel bir okurun bu eserde zorlanma ihtimali olduğu anlamına geliyor. Ama edebiyat zevki gelişmiş ve yeni şeyler arayan bir okur, yazarla beraber oynanan bu puzzle’dan büyük keyif alacaktır. Zira roman biraz da boşluklar sayesinde ilerliyor.
Üslup olarak vurgulanması gereken temel nokta, metinde hiçbir cümlenin yersiz olmadığı. Kısa, yoğun ve vurucu sahnelerle okur dramatik yapıya doğrudan dahil ediliyor. Romanda klasik protagonist ve antagonist’in yer almadığını, çatışmanın olay örgüsünden değil metnin kendi iç varoluşundan kaynaklandığını hemen belirtmeliyim. Tam burada açıklayıcı olacağını düşündüğüm senfoni metaforunu kullanmak istiyorum. Her senfoninin akılda kalan bir ana motifi vardır. 19. yüzyıl romanlarını büyük senfoniler olarak değerlendirirsek, elimizdeki metni bir senfoninin ana motifi olarak yorumlayabiliriz. Örneğin klasik romanlarda okuyucuya birkaç diyalog verebilmek için kurulan uzun yemek sahneleri gibi sahneler Melek Gibi Bir Şey romanında yer almamaktadır. Roman bir tür fragmanlar şeklinde ilerlemekte ve her bir sahne gerekli olduğu için metinde yer almaktadır. Bu durum sayesinde de, metnin yoğunluğuna rağmen ritim duygusu romanda hiç kaybolmamaktadır.
Romanın konusuna gelecek olursak, edebiyat tutkunu genç bir çiftin ayrılık hikâyesi anlatılmakta. Ancak yazarların, şairlerin, ressamların eşlik ettiği bir ayrılık hikayesi bu. Daha doğrusu ayrılığa giden yolun hikayesi. Romanın erkek kahramanı Güney hayatının anlamını şiire odaklayan, bu yüzden çalışmayı reddeden genç bir şair. Melek ise doktora tezini bitirmeye çalışırken aynı zamanda romanını yazan bir araştırma görevlisi. Melek’in yazdığı romanın sembolizm yüklü parçaları ilişkiye eşlik ederken, olay örgüsünün gideceği yol da yavaş yavaş okuyucuya sezdiriliyor. Burada bir elmanın iki yarısı olan bir aşk hikâyesi değil, birbirinden ayrı iki elma var. Normalde daha sağlıklı bir ilişkinin koşulu olan bu fark, hayatında kendi yerini bulamamış genç insanlar söz konusu olduğunda aşılması daha zor bir probleme dönüşüyor. En başından itibaren Melek’in daha dengeli bir hayatı olduğunu görüyoruz. Güney görece farklı kişiliğiyle Melek’in yaşamına dahil oluyor. Ama tıpkı Melek gibi biz okuyucular da yirmili yaşların ortasında ve sürekli büyük harflerle konuşmaya çalışan bir şairin hayatı olduğundan daha karmaşık bir hale sokacağını seziyoruz. Beklendiği gibi de oluyor. Hayata tepeden bakma hevesini şiir yazma arzusuna tahvil edemeyen Güney faturayı sadece kendisine kesmiyor. Öte yandan belki de onun şairliğini kişiliğinden daha çok seven Melek istemeden de olsa Güney üstünde bir baskı unsuruna dönüşüyor… Nihayetinde sanki engellenebilirmiş gibi görünen, ama kimsenin önüne geçemediği bir sona doğru sürükleniyorlar. Roman son cümlesiyle bir anlamda Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık romanına da küçük bir selam çakarak kapanıyor.
Metinde kelime ekonomisi gibi, karakter sayısı da çekirdek hikâyeye eşlik edecek düzeyde. Güney’in babasıyla olan sorunlu ilişkisi, Melek’in küçük yaşta evi terk eden babası ve bunun ardından kendisini dünyevi ilişkilere kapatan annesi çiftin tam olarak arkada bırakamadığı hikâyeler. Bir de bu hikâyelere geçmişte kalması gereken ama kalamamış bir kız arkadaş da eklenince yapısı zaten kuvvetli olmayan evliliğin sarsılması pek de zor olmuyor.
Yazar, Güney aracılığıyla kitapta bolca metinler arası göndermeye başvurmuş. Burada bilinçli bir eleştiri var aslında. Henüz olgunlaşmamış zihinlerde okunulan eserlerden alıntılanan ifadeler içselleştirilmediklerinde nasıl sakil durursa burada da Güney’in çok bilmiş yorumları sığlığını bir türlü örtemiyor. Öte yandan hangimiz edebiyatla iştigal edip çok okuduğumuz fakat az anladığımız yirmili yaşlarımızda Güney gibi değildik ki? Dolayısıyla Güney’in zikrettiği büyük isimler henüz Güney’in hayata bakışını dönüştürecek kadar ruhuna sirayet etmemiş gibi görünüyor. Bu noktada yazarın eleştirisi çok ince, zekice ve çok yerinde. Üretme endişesi çekenin değil üretenin kıymetli olduğunun altını ustalıkla çiziyor. Yazı hakkında konuşmaktan ziyade yazmak gerektiğinin farkında. Aslında bu konu Umut Dağıstan’ın diğer iki romanında da işlenmişti. Yazma heyecanı duyan, bunu çevresiyle paylaşan ama bir türlü masa başına geçmeyen karakterler diğer romanlarında da var. Anlaşılan Dağıstan bu tiplerle tatlı tatlı dalgasını geçmeyi seviyor.
Melek Gibi Bir Şey çabuk okunacak ama uzun süre akılda kalacak bir roman. Kısa romandan ziyade bir yönüyle uzun bir şiiri andırıyor. Ruhsal dönüşüm için fiziki dünyada çok şey olmasının gerekmediğini, ne anlattığının değil nasıl anlattığının önemli olduğunu hatırlatan bir çalışma. Yazar ayrıntılarda boğulmadan ayrıntıları sevdirmeyi başarmış ve okuyucuya edebi haz verecek güzel bir metin çıkarmış.
•