STEFAN ZWEIG
çev. Gülperi Sert Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 2017 10. baskı 56 s.
Modern tahakküm araçlarının, kapatan, hapishane modeli gibi “zorlayan”, yok sayan teknikler üzerinden değil, aksine, içselleştirme, zorunluluklar ve gereksinimler üzerinden işleyen bir yaşama politikasına evrildiğine inanıyorsak, Zweig’in Mecburiyet öyküsü bize müthiş bir düşünce egzersizi imkânı sunuyor. Bu yazının amacı da bir edebiyat metni üzerinden biyo-iktidar kritiğine girişmek değil, bu konuyu daha ciddi çalışacak olanları olumlu anlamda provoke etmektir
Ülkesindeki savaş yüzünden eşi Paula ile birlikte vatanından kaçıp Zürich gölü yakınlarındaki küçük bir köye yerleşen ressam Ferdinand’ın hikâyesi, alışılageldik savaş karşıtı metinlerden farklı olarak, anti-militarist bir manifesto ile okuyucusuna katharsis yaşatma derdinde değil. Aksine, Zweig bizi alışılmamış bir durumla karşı karşıya bırakıp beklenti ufkumuzu kırıyor. Mecburiyet “bilinen” sorulara “beklenen” cevaplar veren modernizm eleştirilerinden biri değil.
Kahramanımız İsviçre’de sakin ve huzurlu bir yaşam sürmekteyken Almanya’dan gelen askerlik celbi ile bir anda “özgürlük mü sorumluluk mu” gibisinden bir ikiliğin içine düşüyor. Aslında bir entelektüelin kolaylıkla cevap verebileceği bir soru bu ama Ferdinand –dünyadaki çılgınlık akıldan baskın geldiği için olsa gerek– hem kendini askere gitmek zorundaymış gibi hissediyor hem de yirmi milyon insanı boğan o zinciri kıramayacağını düşünüyor. Zweig’in ustalığı tam bu noktada başlıyor: Öznelere değil, olgulara yoğunlaşmak! Ferdinand’ın bireysel yazgısını hepimizin ortak kaderi kılıyor. Bürokratik organizasyon karşısında insanın acizliğini ve edilgenliğini şu diyalogla kabul etmiş oluyoruz:
“Gidecek misin gerçekten? Ferdinand! Ferdinand!”
“Ben değil! Ben değil! İçimdeki bir şeyler gidecek – hatta çoktan gitti bile.”
Hannah Arendt, “Otorite Nedir?” isimli makalesinde, otorite kavramını -bilinenin aksine- şöyle tarif ediyor:
“…Güce ihtiyaç duymadan kendi sözünü kendine dayanarak dolaşıma sokabilme yetkesi…”
Tersten okumak gerekirse, sahici otorite aslında güç kullandığında güçten düşmüş oluyor. Zaten otoritenin gücünü askerden, burjuvadan veya yargıdan aldığını düşünmek 21. yy’da fazla arkaik kalıyor. Neticede Ferdinand’ın baş edemediği otorite, askeri, polisi, yargısı olan otorite değil; içinde bir yerde, yabancı bir iradenin çelikten saati gibi aksamadan çalışan biyo-otoritenin ta kendisi!
Biyo-iktidar, nüfus, göç, bilgi ve beden üzerinden şekillenen küresel güç ilişkilerini ve denetim toplumlarındaki yönetimsellik tekniklerini çözümleyen bir olgudur. Kanaatimce, otorite familyasının en içten pazarlıkçı çocuğudur; herkesle herkes her şeyle her şey olabilme kabiliyetine sahiptir. Bu çocuğun varlık sebebi, mevcut otorite tekniklerinin değişimi ile yakından ilgilidir. Nurdan Gürbilek, Vitrinde Yaşamak’ta gündelik hayata sirayet eden bu yeni-kontrol mekanizmalarını şöyle tarif ediyor:
“…Yasaklamaktansa dönüştürmeyi, yok etmektense içermeyi, bastırmaktansa kışkırtmayı hedefleyen daha modern ve kuşatıcı bir strateji…”
Biyo-iktidarda güç, dışarıdan içeriye dayatılan değil içeriden dışarıya yayılan bir mefhumdur. Bunu en iyi Ferdinand biliyor. İsviçre’ye yerleştiğinden beri kalbindeki o askerlik celbi korkusu hiç bitmedi çünkü… Hepimiz ideolojik fanatizmin nasıl bu kadar olağanlaştığını düşünmüşüzdür. Fakat çok azımız tahtını saraylara değil doğrudan insanın kalbine ve zihnine kuran biyo-otoriteyi hesaba katmıştır. Disipliner toplumların önceliği sopalamak, kapatmak, yakıp yıkmak değil itaatkâr bedenler inşa etmektir; bunun da yolu bireyi “parçalanabilir” hale getirmekten geçer:
“Ferdinand, gitmek istiyor musun?”
“Hayır, hayır, istemiyorum, içimdeki hiçbir şey de istemiyor. Fakat kendi irademe rağmen gideceğim, onların güçlerinin korkunçluğu da bu değil mi zaten; insanın kendi iradesine rağmen onlara hizmet etmesi değil mi korkunç olan? Keşke karşı koyabilecek bir iradem olabilse –fakat insanın eline böyle bir yazı geçince iradesi uçup gidiyor, itaat etmek mecburiyetinde kalıyor. Tıpkı öğretmen seslendiğinde ayağa kalkıp titreyen bir okul çocuğu gibi.”
Ferdinand, entelektüelin sinik olan cinsinden. Askerlik celbi eline geçer geçmez, savaşa katılmamanın değil araya kaynayıp kurtulmanın yolunu arayan bir oldu bittici. Sanatçı olduğu için kendisine cephe gerisinde kolay bir vazifenin verileceğini düşünmek suretiyle kendi kendini eylerken, hikâyede anarşist bir figür olarak karşımıza çıkan Paula’nın telkinleri işe yarıyor ve savaş karşıtı duyguları canlanıyor. Ferdinand askere gitmeyeceğini bildirmek için konsolosluğun yolunu tutuyor. Konsolosluğa gidecek ve masaya yumruğunu vurarak “Yasayı biliyorum!” diyecek, “Ben artık başka bir ülkenin vatandaşıyım, askerlik yapmak zorunda değilim!” Tabii öncesinde tıraş olmayı unutmuyor, yeni elbiseler giyiyor, kokular sürüyor. Kendine olan güveni öyle çelimsiz ki, konsolosluktaki temizlik görevlisinin karşısında dahi “Konsolosluğa… ben… ben çağrıldım…” diye kekeliyor. Makam odasının önünde vesveseli bir halde beklerken, diğer ricacıların isyankâr tavırlarından gerilmeye başlıyor: Esasen isyan edecek cüretten mahrum olduğunu bildiği için geriliyor. Sakinleşmek için birazdan yapacağı konuşmayı içinden tekrar ediyor. Her neyse, hikâyeyi daha fazla anlatmayayım. Evine dönüyor Ferdinand: Evde tartışmalar, suçlamalar, rezillikler… Eşi onu nefret ettiği bir şeye teslim olmakla suçladığında ise kahramanımızın karşılığı üzerinden biyo-iktidarın nelere kadir olabileceğini anlıyoruz:
“Karanlık ormanda korkan çocukların korkularından şarkı söylemeleri gibi ben de büyük laflar ettim. Fakat hepsi yalandı. Çünkü beni çağırırlarsa hemen gideceğimi biliyordum…”
Kant öldü ve artık “iyi” yasayı belirlemiyor, yasa “iyi”yi inşa ediyor.
Yaşayan Beden-Yaşayan İktidar
Foucault’un 1978-1979 yıllarında College de France’ta verdiği ders notlarından, esasen biyo-iktidarın, yaşatma ve öldürme üzerine inşa edilmiş bir yönetim sanatı olduğunu söyleyebiliriz. Bir bilim dalı olan biyoloji iktidar enstrümanına dönüştüğünde, insan bedenini iki açıdan okuma imkânı doğuyor. İlki, makine yönü: Ölen, savaşan, yaşayan, ekonomisi, okulu, hapishanesi olan insan. İkincisi: Nüfusun, demografinin ve biyolojinin konusu olan.
Hayat ve ölüm stratejilerini belirleyen yaşayan iktidar, insanın ikinci yönüne dair faaliyetler yürütür. Otoriteye itaat eden değil –daha da korkuncu– yerleşik statülerin doğrularını dillendiren Ferdinand gibi bireyler inşa eder. Bireyi değil yaşama etiğini kuşatır. Mesela Victor Klemperer LTI-Nasyonal Sosyalizmin Dili’nde Nazilerin ideolojik dilinin gündelik hayata nasıl kolayca yayıldığını anlatır. Nazilere sempati duymayan insanların da, objektif araçlar olarak, rejimin kelimelerini diline nasıl yerleştirdiğini dehşet içinde fark eder:
“Ne kadar çok kavramı ve duyguyu kirletmiş ve zehirlemiştir o dil! Dresden Lisesi’nin akşam kursu denen derslerinde ve Kültür Birliği’nin Özgür Alman Gençliği’yle beraber düzenlediği tartışmalarda, genç insanların olanca masumiyetleri ve ihmal edilmiş eğitimlerinin boşluk ve yanılgılarını telafi etmeye dönük samimi çabalarıyla, Nazizmin akıl yürütme biçimine bağlı kaldıkları kaç kere dikkatimi çekmiştir.”
•