DER: İLHAMİ ALGÖR
İletişim Yayınları
Ma Sekerdo Kardaş? 1960’lı yıllara kadar adı Surbahan olan, sonrasındaysa yeni isim olarak Kılıçkaya adını alan köyden 1938 yılında batıya sürülen birkaç ailenin aktardıklarıyla 1938-48 yılları arasında ve öncesinde, sonrasında yaşanılanların anlatısı.
İlk baskısı 2010 yılında Doğan Kitap tarafından yayınlanan İlhami Algör’ün yayıma hazırladığı Ma Sekerdo Kardaş? “Dersim 38” Tanıklıkları kitabı İletişim Yayınları tarafından yeniden yayımlandı. Kitabın 2010 baskısıyla yeni baskısı arasında kısa ekler ve yeni verilerden oluşan birkaç fark var. İlhami Algör yeni baskı için kaleme aldığı yazıda, bu değişikliklerin ve eklerin nerelerde olduğunu sıralıyor. Bu kitaba eklenen bir başka bölümde ise 2010’dan bugüne neler olduğu kayda geçiriliyor. Kurulan inisiyatif, meclis komisyonlarına yapılan başvurular, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi süreçleri Dersim Katliamı’nın yakın tarihini de gözler önüne seriyor.
Ma Sekerdo Kardaş? 1960’lı yıllara kadar adı Surbahan olan, sonrasındaysa yeni isim olarak Kılıçkaya adını alan köyden 1938 yılında batıya sürülen birkaç ailenin aktardıklarıyla 1938-48 yılları arasında ve öncesinde, sonrasında yaşanılanların anlatısı. Kendisi de Erzincan’ın Suburhan köyünün nüfusuna kayıtlı olan İlhami Algör, bir yerden sonra bu kitabı yapmaktan kaçamıyor. Büyürken dinlediği Dersim harekâtı/kırımı/planı/katliamının o coğrafya için ne demek olduğunu, “aidiyet” kelimesi ile başa çıkmanın nasıl bir tecrübe olduğunu dile döküyor. Kitabın ana konusu “1938 Kırımı ve Dersim” değil, 38 Kırımı’nın Munzur Dağları eteğindeki bir köye nasıl aksettiği. “Peki, sonra ne oldu” diye soruyor İlhami Algör, o an orada olandan ziyade sonrasıyla ilgileniyor. Bu kitap Surbahan köyünden 1938 sonrasında sürgün edilen birkaç ailenin nerelere, nasıl gönderildiklerini ve oralarda nasıl yaşadıklarını anlatıyor. Sürgün ve sürgün sonrası geri dönüşü, yeniden nasıl ve neye başlamak gerektiği gibi soruların cevaplarını arayarak betimliyor.
Anne tarafından İlhami Algör’ün akrabaları olan Gökdemirler ailesinin öyküsü de kitapta yer alıyor. Düzgünkaya, Köse ve Billor ailelerinin fertleri ile görüşen Algör, bu kişilerin hikâyelerinin ona neler ifade ettiğini, görüşmeler arasında kendisinin neler düşündüğünü ve nasıl bir haletiruhiye ile yoluna devam ettiğini de kayda geçiyor. Bu kitaba görüşleri ve okumalarıyla destek verenlerin yanı sıra, kendi eksik bıraktığı, daha doğrusu bırakmak zorunda kaldığı noktaları da açıklıkla yazıyor. Kitapta sunulan bilgiler, iki aile tarihinin eşliğinde aktarılıyor. Algör, verilerin üzerine müdahale, yorum ve analiz yapmıyor. Hafızasına başvurulan kişiler 1920-1930 yılları arasında doğanlar.
Ma Sekerdo Kardaş? kitabının 2010’da Doğan Kitap’tan yayımlanmasını sağlayan Deniz Yüce Başarır, bu kitabı sekiz yıl önce neden yayımlama ihtiyacı duyduklarını ve kitapla ilgili düşüncelerini şöyle açıklıyor: “Dersim Türkiye’nin en acı olaylarından, geçmişimizin karanlık noktalarından biri. Karanlıkları aydınlığa çevirebilmek için önce kabul etmek, anlamak, anlatmak gerekli. O coğrafyaya ve geçmişe hâkim bir edebiyatçı olarak yaşananları ortaya çıkarabilecek yorum gücüne, insanı anlama ve anlatma yeteneğine sahip İlhami gibi birinin bu işe soyunmasını çok olumlu bulmuştum. Ayrıca sözlü tarih çalışmaları bir toplumun tarih algısında çok önemli. Bence çok değerli bir çalışmadır bu kitapla kayda alınan Dersim 38 tanıklıkları. Hepimizin karşısında duran gerçek şu: Biz hâlâ kabullenemedik. Hâlâ tam anlayamadık. Üstüne bir de neler neler yaşadık. Tarihi bireylerden dinlemek, resmî tarihin ötesine taşmak, insan hikâyelerine vâkıf olmak demek. Tarihi yazan devletler gibi görünüyor ama tarihi yaşayan aslında sürülen, eziyet gören, öldürülen insanlar. Ya da eziyet eden, işkence eden, öldüren insanlar. Devletlerin kararları insanların yazgısını belirliyor. Toplum yazgısı da böyle oluşuyor. İnsanı dinlemeden tarihsel olaylarla ilgili bir karara varmak, olup bitenleri gerçekten anlamak mümkün değil. Dolayısıyla tanıklık ve yüzleşme kitapları, sözlü tarih çalışmaları, geçmişi anlamak ve anlamlandırmak isteyen okurlar için çok değerli.”
2018 yılında İletişim Yayınları tarafından yeniden yayımlanan kitabın editörü Tanıl Bora da kitapla ilgili şunları söylüyor: “Türkiye'de muazzam bir geçmişle yüzleşme borcumuz var, birikmiş. Dersim'le ilgili son yıllarda epey bir hafıza ve yüzleşme çalışması yapıldı, ama fazlası olmaz, ne kadar yapılsa iyidir. Çünkü geçmişin acı hadiseleriyle yüzleşmeyi sağlayan her kitap, her konuşma, her anı aktarımı, ele aldığı somut konudan öte, aynı zamanda geçmişle hesaplaşma çalışması için bir temrin, bir idman, bir terbiyedir. İlhami Algör'ün kitabının farkı, bunu hem kırım ve sürgünden ‘kalan' bir ailenin üçüncü kuşağı olarak, hem de bir edebiyatçı olarak yapması. Bir de şunu eklemeli: bu hesaplaşmayı büyük bir yalınlıkla, hatta diyeceğim ki, ‘saflıkla’ yapması. Sakin, ince, duyarak dinleyerek...”
Kitabın yeni baskısı için İlhami Algör’e yardımcı olan bir diğer kişi de Kerem Ünüvar. O ise şu noktalara dikkat çekiyor: “Türkiye toplumsal tarihi ağırlıklı olarak makro araştırmalarla, geçmişin siyasal-toplumsal-tarihsel sorunları etrafında yazılıyor. Bu bir yandan geçmişle yüzleşme imkânlarını ortaya çıkarırken, diğer yandan toplumsal tarihi yeniden tartışma imkânı da sunuyor. Ancak İlhami Algör'ün araştırması bunların ötesinde bir önemi de haiz. Doğrudan Dersim sürgününe muhatap olmuş bir aileyi odağına alırken, sürgün ve kıyım sonrasında ne olduğuna, ‘öncesi’ne dair Ermenilerle ilgili tarihsel anlatının bireyler tarafından nasıl hatırlandığına, gündelik hayatın ve kültürün nasıl biçimlendiğine, kimlikler arasındaki gerilim ve mutabakatlara, bireysel hafızanın tortularına, nasıl yeniden katmanlaştığına şahit olma fırsatı da sunuyor. Bir edebiyatçının böyle bir metin hazırlamasının önemi ise, dağınık, anlatıcıların kendi durdukları noktadan ancak bir kısmını aktarabildikleri ve odağında bir ailenin yer aldığı, pek çok ayrı anlatının birleştirilmesini, derlenmesini gerektiren bir hikâyeyi pek çok sesin arasından süzüp, o ahengi hissettirerek bütünsel bir anlatı hâline getirebilmiş olmasıdır.”
Kitap Erdal Gezik’in yazdığı tarihsel arkaplanla başlıyor. Gezik, Dersim’e kuşbakışı bakıyor ve coğrafyayı tanımlıyor. Ardından Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde Dersim’in nasıl bir yer olduğunu anlatıyor. Erzincan ile Surbuhan’ın yerleşiminden ve insanlarından bahsediyor. Ve ardından tanıklar konuşmaya başlıyor. On bir farklı tanığın, yakınları tarafından yazılmış kısa biyografilerine yer veriliyor.
Bir sonraki bölümde 1938 öncesine gidiliyor. Ve Dersim tanıkların hayatları eşliğinde tarihini yeniden anlatıyor. Ermeniler, aşiretler, Ruslar, Kürtler, Aleviler hikâyelerin içerisine karışıyor. Sonrası bir uçurum. İnsanlar ölülerini bırakıp gitmek zorunda kalıyorlar. Erkekler taranıyor, Zini Gediği’ne atılıyor. Kalanlar sürülüyor Balıkesir, Çanakkale, Edirne, Burdur... Yüzlerine “bu Kürtlar adam yer mi” diyerek bakılan Kürtler, o insanların arasında hayat kurmaya çalışıyorlar. Dokuz sene sürgünün ardından kanun çıkınca köylerine geri dönüyorlar, lakin köyün yerinde yeller esiyor...
İnsanların bütün bu yaşadıklarını okurken, anlatıların sakinliğine şaşırıyorsunuz. Acı yok, keder yok, sadece yaşanmışlık var. Okurken gerilmenize neden olan, ah ettiğiniz onca şeyi yaşayan pek çok insanın anlattıklarını gözünüzde canlandırmaya çalışırken şu soruya takılıyorsunuz: Bütün bu geçmişin üzerine nasıl hayatlar kurulur? Dibinde böylesi bir geçmişin olduğu müşterek hayat neye benzer? Bugün yaşadığımız çıkışsızlığın ne kadarı dönüp bütün bu olanlarla ve benzer onlarca başkasıyla yüzleşmeyişimizden kaynaklanıyor?
İlhami Algör kitabın sonsözünde eksik kalan yerleri ve olması gerekenleri birkaç maddeyle sıralıyor. Kitabın yeni baskının sonunda ise kitabın ilk baskısından sonra olup bitenlere dair özetler yer alıyor.
Ma Sekerdo Kardaş? kapanmayan bir devrin, bulunmayan akrabaların, üzerinde yaşadığı toprağın her karışına toplu mezar nazarıyla bakılabilen bir topluma ilişkin küçük bir anlatı yalnızca. Okumak yetmiyor, gözünüzde canlandırdıklarınızla bugün nasıl yaşamaya devam edildiğini sorguluyorsunuz. 1938’in üstünden 80 koca yıl geçmesine rağmen bir türlü geçmeyen yurtsuzlukla nasıl baş edilir? Bununla baş etmeyi akla getirmeden üretilen tüm aidiyet ve barış söylemleri yalandan başka nedir?