İlk kadın romancı Fatma Aliye ve Levayih-i Hayat

Levayih-i Hayat

Levayih-i Hayat (Hayattan Sahneler)

FATMA ALİYE

hazırlayan: Senem Timuroğlu Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 2020 64 s.

Kadınlığı sosyal farklara rağmen benzer sorunları yaşayan toplumsal bir zümre olarak tanımlayan Fatma Aliye, Levayih-i Hayat adlı romanında beş kadın karakterin gözünden kadınlar dünyasına eğilir. Aşk, evlilik, kadının ev içi konumu gibi sorunların tartışıldığı romanda, yine geleneksel sınırlar dahilinde kadınların duygu ve düşünce dünyası gözler önüne serilmektedir. Kahramanların tamamının kadın oluşu ve romanın mektup-roman formunda yazılması kadın duyarlığını en çıplak haliyle sunmayı olanaklı kılmıştır.

MESUT OKTAY

Fatma Aliye’nin Hanımlara Mahsus Gazete’de tefrika edilen mektup romanı Levayih-i Hayat (Hayattan Sahneler) geçtiğimiz ocak ayında Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları etiketiyle tekrar yayımlandı. Beş kadının birbirlerine yolladıkları on bir mektuptan oluşan romanda Osmanlı kadınının erken dönem sorunlarının başında gelen evlilik olgusu odağa alınır. Dönemin önemli bir siması olan Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı ve romancı Emine Semiye’nin ablası olan Fatma Aliye küçük yaşlardan itibaren dönemin şartlarına nazaran iyi bir ev içi eğitim imkânına kavuşur. İçinde yetiştiği görece aydın ve ilerici aile ortamına tezat oluşturacak şekilde çok erken yaşlarda evlendirilir ve yazınsal faaliyetleri on yıl boyunca kocası tarafından engellenir. Fatma Aliye’nin edebî ve politik görüşlerinin oluşumunda devrin en önemli yazınsal şahsiyetlerinden biri olan Ahmet Mithat Efendi ile arasında kurulan manevi baba-kız ilişkisi ve öz babası Ahmet Cevdet Paşa’nın gelenekçi-İslamcı çizgisi büyük oranda belirleyici olur. Hülya Argunşah’ın ifade ettiği biçimiyle, Fatma Aliye babasının çizgisini babasının kızı olarak devam ettirmiştir.

Osmanlı kadın hareketinin ve yazınının öncü ve etkili bir ismi olan Fatma Aliye, yazınsal faaliyetleriyle kadın özgürleşmesinin sınırlarının belirlenmesinde içinde yetiştiği toplumun patriarkal kodlarını -esnetmeye çalışsa da- referans alma görüntüsünden kurtulamamıştır. Bütün yazın ve düşünce hayatını kadın sorunlarına ve kadının toplumsal görünürlüğe kavuşmasına adayan Fatma Aliye devrin eril egemen normlarına dokunmaktan imtina etmiş ve kadın modernleşmesini geleneksel ve dinsel eril sınırlar dahilinde gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu durumu salt Fatma Aliye’nin şahsiyetiyle yahut eril eğilimiyle izah etmek hem tarihsel gerçekliği hiçe saymak hem de bir kadın yazar olarak Fatma Aliye’nin kadın duyarlığını hafife almak anlamına gelecektir. Esasında dönemin Osmanlı kadın hareketinin genel yapısı ile Fatma Aliye’nin kadın mücadelesinin mahiyeti arasında çok ciddi bir ayrım yoktur. Bu durumda Fatma Aliye’nin kadın mücadelesinde konumlandığı gelenekçi ve dinsel konum dönemin kadın hareketi bağlamında düşünüldüğünde çok da şaşırtıcı durmamaktadır. 

Osmanlı kadın hareketi ve Fatma Aliye

19. yüzyılda modern bir eğitim alan ve kısmen düşünsel dönüşüm yaşayan erkeklerin kendi düşünsel ve sanatsal dönüşümlerine denk düşecek kadınlar arzulamaları, erkek yazınında “kadının -gecikmiş- eğitimi” sorunsalının tartışılmasına neden olmuştur. Kadının eğitimi üzerinden toplumun bütünüyle modernleşmesini sağlamaya çalışan Osmanlı patriarkası, bu eğitimin ve nihayetinde sağlanacak kadın modernleşmesinin sınırlarını da belirlemeye çalışmıştır. Kadın modernleşmesine çizilen sınırların belirlenmesinde aile kurumunun ve geleneksel yapının devamı, yani bilhassa eril hegemonik yapının devamlılığı esas alınmıştır. Yani geleneksel erkek düzende anne ve eş olarak konumlandırılan kadının toplumsal yaşayışta bir özne halini alması tehlikesine karşı mukaddes aile kurumunun kadına dayattığı ev içi konum tahkim edilmeye çalışılmıştır. Osmanlı entelektüel dünyasının kadınla ilgili gelişmeler karşısında yaşadığı korkunun belki de en belirgin yüzü Ahmet Mithat’tır. Ahmet Mithat yazın hayatı boyunca romanlarından özel mektuplarına kadar yazdığı bütün metinlerde, özellikle de Esaret, Felsefe-i Zenan ve Jöntürk adlı eserlerinde Osmanlı kadınını Avrupalı feminist anlayışların tesirinden korumaya ve kadının ev içi konumunu koruyarak kadın özgürleşmesinin toplumda yaratacağı derin yarılmaları engellemeye çalışmıştır.

19. asrın ikinci yarısından itibaren kadının eğitimi yoluyla başlayan ve giderek kadınların öz talepleriyle yükselen kadın mücadelesi Osmanlı sosyal hayatında bir kargaşa yaratmıştır. Bu kargaşa ortamında toplumda, hem de ev içinde oldukça ciddi baskılara maruz kalan kadınlar bir yandan özgürlük mücadelelerini yürütürken bir yandan da baskılardan kurtulmak için eril düzeni yatıştırıcı mesajlar vermek zorunda kalmıştır. Osmanlı kadın hareketi bu modernleşme sürecinde radikal taleplerde bulunmak yerine İslami referanslara dayalı, ılımlı ve uyumlu bir özgürleşme talebinde bulunmuştur. Fatma Aliye Osmanlı kadınının bu ılımlı ve uyumlu mücadelesinin önemli bir parçasıdır. Belki erkek egemen sistemin baskısı karşısında munis bir tavır takınmak zorunda kalan erken dönem kadın hareketinin aksine, Fatma Aliye öznel şartları dolayısı ile bu mecburi uyumluluğu bir nebze özümsemiş bir şahsiyettir. Bu noktada Fatma Aliye’nin gelenekçi ve dinci modernleşmesinin en somut karşılığı Nisvan-ı İslam adlı risalede dile getirdiği görüşleridir.

Nisvan-ı İslam ve Bir Tuhaf Kadın Savunusu

1891 yılında önce Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilen, sonra da kitaplaştırılan Nisvan-ı İslam adlı risale bir kadın tarafından yazılıp Batı dillerine çevrilen ilk eser olma payesini taşımaktadır. Fatma Aliye bu eserinde Osmanlı kadınını Avrupalılara ve özellikle de Batılı kadınlara karşı müdafaa etmeye çalışmıştır. Her ne kadar eserde Osmanlı toplum düzeninin sorgulanmasına tanıklık etsek de, bu sorgulanış en nihayetinde eleştirilen hususun bir şekilde modern bir mantığa bürünerek savunulmasıyla sonuçlanmaktadır. Kadın mücadelesi veren bir kadın aydının, kadın mücadelesi konusunda enternasyonal bir tutum takınmak yerine milliyetçi ve dinsel bir dürtü ile dünya kadınlarına karşı böylesi bir çaba içerisine girmesi anlaşılması güç bir sorunsal olarak zihinleri meşgul etmektedir.

Nisvan-ı İslam adlı eser üç sohbetten meydana gelir. Bu sohbetlerde Fatma Aliye bizzat evinde misafir ettiği Batılı kadınların soruları üzerinden Osmanlı ve Müslüman kadınını tanıtmaya ve savunmaya çalışır. Yalnız savunmaya geçmeden evvel savunmaya malzeme olacak olgunun yazarın zihin dünyasında modern değerler bağlamında sorgulandığını görmekteyiz. İlk olarak Osmanlı kadınının Batı dünyasındaki intibaının sorgulanması ve bu intibaın oluşmasındaki sebeplerin belirlenmesiyle karşılaşıyoruz. Devamında ise cariyelik, çokeşlilik, tesettür gibi olguların yazarın eleştirel bakışıyla modern değerler dizgesine görece uyumlu bir hale getirilerek hiçbir yapısal dönüşüme uğratılmadan yeniden üretildiğini gözlemliyoruz. Yani bir anlamda oryantalist tezlere, Osmanlı toplum düzeninin savunulduğu oksidentalist bir yanıttır Nisvan-ı İslam.

Cariyelik, çokeşlilik, kadının toplumsal düzlemden men edilmesi gibi derin toplumsal sorunların belki de ilk defa kadın duyarlığı ile tartışmaya açılması bağlamında oldukça önemli ve anlamlı bir metin olsa da, bahse konu mevzuların yapısal bir eleştiriye tabi tutulmadan ve dahi erkek egemen düzeni sarsacak bir perspektife kavuşturulmadan en büyük mağdurları olan kadınlar tarafından restore edilerek yeniden üretilmesi, kadın mücadelesinin tarihsel seyri açısından oldukça sorunlu bir yaklaşım gibi durmaktadır. Buradan hareketle Fatma Aliye’nin kadın özgürleşmesinde erkek egemen düzeni rahatsız edecek bir tavırdan uzak, gelenekçi bir çizgiye sahip olduğu çıkarımında bulunmak çok da zorlama olmayacaktır. Fatma Aliye’nin yukarıdaki satırlarda irdelenmeye çalışılan modernizminin izlerini edebî eserlerinde de görmek mümkündür.

Levayih-i Hayat: Kadın kahramanların gözünden kadın sorunu

Kadınlığı sosyal farklara rağmen benzer sorunları yaşayan toplumsal bir zümre olarak tanımlayan Fatma Aliye, Levayih-i Hayat adlı romanında beş kadın karakterin gözünden kadınlar dünyasına eğilir. Aşk, evlilik, kadının ev içi konumu gibi sorunların tartışıldığı romanda, yine geleneksel sınırlar dahilinde kadınların duygu ve düşünce dünyası gözler önüne serilmektedir. Kahramanların tamamının kadın oluşu ve romanın mektup-roman formunda yazılması kadın duyarlığını en çıplak haliyle sunmayı olanaklı kılmıştır. İlk dönem kadın yazınında kadın yazarların duyduğu otobiyografik iz bırakma endişesi, mektup, günlük, anı gibi türlerin roman içerisinde yoğun bir şekilde kullanılması sonucunu doğurmuştur. Kadın yazarlar eserlerini mektup veya günlük tarzında kaleme almaları sayesinde hem karakteri kendilerinden ayrıştırıp dönemin erkek egemen toplumunda töhmet altında kalmaktan kurtulmuşlar hem de mektup, anı, günlük gibi türlerin türden kaynaklanan sahiciliğini ve etkileyiciliğini kullanmışlardır.

Levayih-i Hayat romanının odak noktasını evlilik olgusu oluşturmaktadır. Romanda evlilik kurumunun çeşitli dönemsel problemleri, üçü evli, ikisi bekâr beş kadın karakterin yaşantıları özelinde tartışılmıştır. Devrin moda sorunu olan görücü usulü evlilik elbette ki kahramanlarımızın da başat tartışma konusudur. Karakterlerden Mehabe mutlu evlilik yaşamıyla makbul ve ideal evliliğin mümtaz temsilcisi konumundadır. Mehabe’ye göre evliliğin temel esası eşler arası aşk ve uyumdur. Bir kadın, şartlar ne olursa olsun, eşinden sonsuz aşk ve koşulsuz sadakat beklentisini haklı olarak talep etmelidir. Kadının ait olduğu sınıfsal ve kültürel yapının niteliği onun gözünde yabancı ve önemsiz hususlardır.

“Bir kadının kocasından geçim meselesinden başka bir şey beklemeye hakkı olmaması falan, bu gibi şeyleri anlayamıyorum. Her kadının kocasından sevgi ve yoldaşlık beklemesini ben pek tabii bulurum” (s. 12).

Mehabe sahip olduğu müreffeh yaşam ile her ne kadar evlilik konusunda doğru bir anlayışı savunuyor olsa da, toplumun somut realitesini, kadınların içinde bulunduğu zor koşulları kof bir duygusallıkla görmezden gelir. Mehabe bu yönüyle romanda tek işlevi realiteye belirginlik kazandırmak olan romantize bir fon gibi durmaktadır. Yani Fatma Aliye, Mehabe gibi romanesk bir karakteri ele aldığı mevzuların ideal sözcüsü olarak değil de, devrin realitesi konumundaki karakterine ve ona söylettiklerine çarpıcılık kazandırmak için bir antitez olarak kurgulamış gibidir.

Romanın bir diğer kahramanı Fehame ise sahip olduğu entelektüel birikime rağmen mecbur kaldığı görücü usulü evlilik, sadakatsiz ve kötü kocası, olumsuz maddi koşulları gibi özellikleri ile Osmanlı kadınının gerçek temsilcisidir. Kadının üretim süreçlerinde yer almamasının bir sonucu olarak erkeğe bağımlı oluşu da yine Fehame’de somutlaşmaktadır. Fehame için evlilik kötü bir hayatın miladından öte bir anlam ifade etmez. Fehame, Mehabe’nin coşkun fikirlerinin sert zeminine çarparak ufalandığı realitenin aynasıdır bir bakıma. Arkadaşının göremediği sınıfsal ve kültürel farkları görür ve evlilik kurumunun sınıfsal ve kültürel mahiyeti nispetinde şekillendiğini vurgular.

“Öncelikle sizin dünyanızda evlilikte aranılan başlıca şey eşe duyulan sevginin mutluluğudur ki esas mesele budur. Bu türlü evlilikte anılan mizaçların uygunluğu, karşılıklı sevgi ve sadakattir; bu şekilde evlenen kadın kocasından hem sevgi hem de sadakat bekleyebilir. Bunlar birbirlerini mutlu etmek için almışlardır. Fakat kardeşim, biz bu şekilde evlenenlerden değiliz. Sizin evliliğiniz bir mutluluk sözleşmesi, bizimki bir geçim kontratıdır” (s. 6).

Onun kocasından aşk, sadakat, yarenlik beklemeye hakkı yoktur çünkü yaptığı evlilikte kocasının böyle bir misakı olmamıştır ve bu durum karşısında da Fehame için sabretmek dışında bir alternatif yoktur.

“Evet Mehabe, zira geçinmek için ben bunların emirlerine uymaya, haklı haksız hükümlerine boyun eğmeye mahkûmum!” (s. 9)

Bunun içindir ki Fehame gerek olumsuz evliliği gerek bu olumsuzluk karşısında edilgen tavrıyla ortalama kadın realitesinin başarılı bir tasviri konumundadır.

Mehabe’nin ideal ama gerçeklikten uzak, Fehame’nin gerçek ama edilgen ve kaderci fikirlerinin yarattığı kısır döngüyü Sabahat adlı karakter ile kırma yolunu seçer Fatma Aliye. Fehame’nin pasifizmine karşılık Sabahat evliliğinde son derece cüretkâr bir tutum sahibidir. Kocasıyla kendi isteğiyle evlenmiş, zaman içerisinde kocasına dair hayal kırıklığı yaşamış ama bunu sineye çekmek yerine kocasından ayrılmayı düşünmektedir:

“Ben senin gibi hayata küsmüş, dünyasından vazgeçmişlerden değilim. Bu dünyaya bir kere daha gelecek değilim. Sen ömrünü fedakârlıkla geçirmeye razı olmuşsun, lakin ben hayatı da severim. Fedakârlığı beni seven adama edeyim” (s. 34).

Sabahat ile birlikte bir anlamda tez- antitez karşıtlığının sentezi de sunulmuş olur. Ancak Sabahat’ta gördüğümüz bu cüretkârlık romanın sayfalarında sadece sözel bir tepki olarak kalır. Sabahat’ın Fehame’ye ifade ettiği şekliyle kendi hayatının öznesi olarak kocasıyla yolunu ayırıp ayırmadığını öğrenemiyoruz. Çok muhtemeldir ki yazarın böylesi bir cesareti fiili düzlemden yoksun bırakma sebebi, büyük oranda dönemin eril toplumsal normların gadrine uğrama endişesinden ileri gelmektedir. Dönem özellikleri dikkate alındığında zaten kadın özgürleşmesi halen fikrî düzeyde olup eylemsel safhaya geçişte ciddi engellemelerle karşılaşmaktadır.

Romanın evli karakterlerinin dünyasında bu tartışmalar cereyan ederken, bekâr iki karakteri de evlilik bağlamında kadının eğitimi ve bağımsızlığı konularını tartışırlar. Bekâr karakterler Nebahat ve İtimat, aldıkları eğitimin bireysel yaşamlarında bir işlevinin olmayacağını düşünüyor ve en nihayetinde bir erkeğin beğenisini kazanmak dışında eğitimlerinin bir işe yaramayacağı ihtimalinin endişesini taşıyorlardır. Bu karakterler üzerinden de kadının eğitimi ve bu eğitimin misyon ve işlevi meselesi oldukça yüzeysel bir şekilde tartışılır.

Sonuç yerine

Muhadarat romanı ile ilk kadın romancımız olma nişanını taşıyan Fatma Aliye, kadın mücadelesinin yazınsal alandaki en büyük temsilcisidir. Kadın mücadelesinin tarihsel seyri içerisinde önemli bir misyon yüklenerek kadınların toplumsal hayatta görünür olma çabalarını edebî alanda büyük bir özveriyle sürdürmüştür. Babası Ahmet Cevdet Paşa ve çok küçük yaşlardan itibaren etkisinde kaldığı Ahmet Mithat gibi tarihsel şahsiyetler Fatma Aliye’nin mücadele paradigmasının oluşumunda oldukça belirleyici olmuştur. Bu ve benzeri öznel ve nesnel koşulların etkisiyle Fatma Aliye kadın mücadelesini erkek egemen düzenin sınırları içinde, geleneksel bir duyarlıkla ılımlı ve uyumlu bir şekilde sürdürmüştür.

Edebî eserlerinde bu yaklaşımının izleri net görülmekte olup ele alınan Levayih-i Hayat adlı romanında da kadın sorunlarının geleneksel sınırlar ihlal edilmeden ele alındığı ve çözüm önerilerinin de yine geleneksel-İslami dürtülerle sunulduğu görülmüştür. Kadınların erkeklerle eş olduğu, görücü usulü evliliğin çağdışılığı gibi meseleler kadının ev içi konumu vurgulanarak irdelenmiştir. Evlilik dışı aşkın gayrimeşru olduğu ve gerçek ve makbul aşkın ancak evlilik sınırları dahilinde yaşanabileceği gibi son derece geleneksel öğelerle örülü romanda kadınların erkeklerden bağımsızlığı, bireysel ve ekonomik özgürlüğü gibi hususlara rastlamak mümkün değildir. Bu bağlamda kadın sorunlarının kadınların iç dünyasından gelen kopup gelen cümlelerle aracısız bir şekilde ele alındığı Levayih-i Hayat adlı eser yazıldığı dönemdeki kadın sorunlarını ele almış ama kadın meselesine bakış açısından çağını aşan bir perspektif geliştirememiştir.