Kuyruklu Yalan: masal metaforları üzerinden bir okuma

Kuyruklu-Yalan

Kuyruklu Yalan

ÇİLEM DİLBER

Nota Bene Yayınları Nisan 2021 88 s.

Çilem Dilber'in ilk öykü kitabı, uzun zamandır öykü türünde denk gelmediğimiz halk hikâyeciliğinin dikkate değer örneklerini içeriyor...

BEKİR DADIR

Çilem Dilber, Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi İngilizce Bölümü’nden mezun olmuş. 2008 yılından bu yana lise öğretmenliği yapıyor ve İstanbul’da yaşıyor. Öyküleri daha önce Varlık, Sözcükler, Notos, Hece, Öykü Gazetesi, Buluntu Kutusu, Ecinniler, Şahsiyet, Sin Edebiyat, Altıyedi dergilerinde basılmış. Çeşitli edebiyat sitelerinde çeviri ve incelemeleri, bazı seçkilerde de öyküleri yayımlanmış.

Bilindiği gibi halk hikâyeciliği 16. asırdan itibaren edebiyatımızda görülmeye başlar. Nazım-nesir karışık olarak görülen hikâyecilik türünün önemli birkaç özelliği vardır. Karakterlerin ve olayların anlatımındaki gerçekçi tavır, destanlarda kesin bir sonla bitmeyen olayın halk hikâyesinde kesin bir sonla bitmesi, belli söz kalıplarının olması gibi özellikler barındırır. Masal, destan ve halk hikâyesi arasında da farklı özellikler mevcuttur. Ancak bu yazıda bütün bu özelliklere tek tek yer vermeyeceğim.

Kuyruklu Yalan’la ilgili söylenebilecek ilk ve gerçek şey dilinin ve anlatımının eski kültürümüzle benzerlik gösterdiğidir. Dilin masalsı oluşu ve anlatımın da bu dile önayak oluşu bana bunu söyleme gereği hissettirdi. Şeref Bilsel, Yalnız Şiir adlı kitabında şairler için “Bir eli geçmişte, bir eli gelecekte” der. Bu tanımlama Çilem Dilber için de geçerli olsa gerek. İlk iki öyküsüyle bir elinin geçmişte, geçmiş anlatımlarda olduğunu gösteren Dilber, diğer öyküleriyle de diğer elinin aslında gelecekte olduğunu gösterir. Bu yazıda geçmişte olan elinden bahsedeceğim.

“Suzey” öyküsündeki masalsı anlatım

Kitabın girişinde Cortâzar’dan alınan “Gerçekliğin çerçeveleri kırıldı” sözü Kuyruklu Yalan’ın ve hatta ilk iki öyküsü olan “Suzey” ve “Yolculuk”un özeti biçimindedir.

“Suzey” öyküsünde güzeller güzeli, alımlı Suzey’in bir köyde yaşadığı olaylara yer verilir. Öyle ki, köyde ona âşık olmayan, Suzey’in etkilemediği erkek kalmamıştır. Köydeki kadınlar endişelilerdir ve kocalarının Suzey’in güzelliğinden etkileneceğinden korkarlar. Köy halkının kararıyla Suzey öldürülmesine karar verilir. Suzey’in bulunduğu evi yakarlar. Masalsı anlatımın örneklerine Suzey’in dış görünüşünde rastlarız ilk olarak.

“Üstünde bembeyaz bir gelinlik. Ay’dan ödünç alıp üstüne geçirmiş, öyle ışıl ışıl bir beyaz. Kırmızı, uzun saçları topuklarına kadar. Gecenin aklını alacak kor kırmızısı. Altın sarısı gözleri karanlığın içinde bir çift fener. Güneşten devşirmiş gibi gözbebeklerini.” (s. 12)

Yine aynı masalsı anlatıma öyküdeki diyaloglarda da rastlarız.

“Göl kabul etmez sandım ama…” (s. 12) “Vah ki vah, az mı kahrolduk o masumlara”, Derde düştük gariplerin acısına”, Habil’le Kabil gibi”. (s. 13) “Ruh kadimdir beden mahlûk”, “Ruh bakidir beden fâni”. (s. 15) “İsyan bir toz bulutu gibi çöktü göğün yüzüne. Maviler tel tel dağıldı önce. Ağaçlar soyundu, toprağın rengine döndü. Ne güneş doğar oldu ne rüzgâr eser”. (s. 17)

Masalsı anlatım sadece bir karakterin dış görünüşü betimlenirken ve diyaloglarda değil, yazarın (anlatıcının) anlatımında da vardır. Öykü kurgusu bakımından gerçekliğin çerçevelerinin kırıldığı bir öyküdür, anlatımda, diyaloglarda, karakterlerde… Suzey’in yanan evden sağ çıkıp da göle doğru ilerleyişi ve gözden kaybolması tıpkı sözlü edebiyat geleneğinin özelliklerinden olan, kahramanın kaybolması, yok olması örneğine benzer. Öyküde Suzey’in evinin üç gün boyunca yanması ve bu durumun köy sakinlerinin huzurunu kaçırması üzerine ateşi kendi elleriyle söndürmeleri, sonraki gün yeniden söndürdükleri evden dumanlar tütmesi gerçekliği kıran, dağıtan unsurlardan. Suzey’in hayaletinin uçması, köydeki bazı insanlara görünmesi (özellikle erkeklere), köyde yıllar boyunca doğan kız çocukları ve bu kız çocuklarının Suzey’in bire bir aynısı olması, köyde hiç kimsenin ölmemesi ve her geçen yıl yeni çocukların doğması, yanan evin yerine yeni bir evin peyda olması masalsı olayların örneklerinden sadece birkaçı.

“Yolculuk”taki masalsı metaforlar

“Suzey” öyküsüne göre “Yolculuk”ta daha fazla masalsı metafor vardır. Sayılar, renkler, hayvanlar, zamanın bulanık oluşu, hayaller…

Yine bir köy evinde olduğunu anladığımız Kocanene bir düş görür. Düşün gerçekliğini kıran yine anlatıcının dilidir. Bir yolculuğa çıkan Kacanene’nin yol boyunca karşılaştığı garip olayların tasvirini okura kırılan gerçeklikle verir Çilem Dilber. Bunun için de masalsı metaforlara başvurur. Doğaüstü varlıklar başta gelir bu metaforlarda. Aslan başlı ve kanatlı kadın, üç başlı köpek, saçlarının her bir örgüsü yılan olan çirkin yüzlü kadın…

Halk hikâyelerinde ve şiirinde, yani genel olarak sözlü edebiyat ürünlerinde sayı metaforu sıkça denk geldiğimiz bir metafordur. “Üç, yedi ve kırk” bunların en çok kullanılanı ve önemlisidir. “Üç gün üç gece, kırk gün kırk gece, yedi kat, üç başlı, yedi gün sonra, kırk gün sonra” gibi kullanımlara sıkça rastlarız. “Yolculuk”tada üç ve yedi sayıları metaforuna yer vermiş Çilem Dilber.

“Köyden çıkmaya yakın korucu Himmet’in bahçesinden bir köpek fırladı önlerine. ‘Hele hele… Cehennemden gelmiş zaar, kör olasıca. Senin üç başını birden koparmayanın…’ dedi, atladı köpeğin üstüne.”(s. 21) “Yedi kat yere batasıcalar da çıkmayasıcalar.” (s. 22)

Zamanın bulanıklaşması da gerçekliği kıran bir diğer unsur. Yine sözlü edebiyatın neredeyse her alanında denk geldiğimiz bu unsur Çilem Dilber’in “Yolculuk” öyküsüne de sirayet etmiş.

“Az gittiler, uz gittiler. Dereden tepeden gıklarını çıkarmadan geçtiler. Bilmedikleri yollara girmiş, hem acıkmış hem susamışlardı.” (s. 22) “Önünde bir ömür, bir günlük mü bir anlık mı belirsiz. O saat anladı Kocanene. Kalan ömrü, kendi kayası.” (s. 26)

Anlatımda soru sorma tekniği binlerce yıldır vardır. Sözlü edebiyat ürünlerinde bu soru sorma tekniği daha çok soruyu soran kişinin hemen ardından cevaplamasıyla görülür. “Yolculuk”ta da buna iki yerde denk geliriz. Birinde Kocanene’nin ağzından, biri de anlatıcının ağzından.

“Öğlenin sıcağı kavurdu da kavurdu. ‘Nereye gidiyoruz, bilir misin kara burunlu ak tayım? Ben bildim. Doğduğum köye.” (s. 23) “Ey gidi zaman! Tersine akmaya mı yeltendin? Yollar yabancıydı. Geldiği yer ardında, çok uzakta kalmıştı. Gideceği yer önünde daha uzakta. Gönül gözüyle yol almaktaydı.” (s. 24)

Son olarak “Yolculuk”ta Kral Oidipus tragedyasına yapılan bir göndermeden bahsederek bitirmek istiyorum. Bilindiği üzere Oidipus yanlışlıkla babasını öldürdükten sonra Teb kentine eziyet eden Sfenks ile karşılaşır. Sfenks herkese bir bilmece sorar ver bilemeyenleri öldürür. Bilmeceyi ve cevabını Çilem Dilber “Yolculuk”ta direkt olarak almıştır. “Söyle bakalım nene. Önce dört ayaklı, sonra iki ayaklı, en sonunda da üçayaklı olan şey nedir?” (s. 20) “İnsanoğlu o dediğin. Doğduğunda dört ayaklı değil mi? Yetişince iki ayağına dikelir yürür. Kocayınca da eline baston alır, oldu mu üç ayak?” (s. 20)

Kuyruklu Yalan, Çilem Dilber’in ilk öykü kitabı. İlk iki öykü üzerinde durmaya çalıştım. Bu iki öykünün birbiriyle benzerlikleri ve farklılıkları var. Belki daha uzun ve farklı bir perspektifken bakılabilir bu öykülere. Ancak şu bir gerçek ki, iki öykü de uzun zamandır öykü türünde denk gelmediğimiz halk hikâyeciliğinin önemli iki örneği durumunda.