Kurtuluş Projesi: yazılı medyada bir Hollywood filmi okumak

Kurtuluş-Projesi

Kurtuluş Projesi

ANDY WEIR

çev. Emre Aygün İthaki Yayınları 2021 544 s.

Dünya çapında ses getiren Marslı ve Artemis’in yazarı Andy Weir’in son kitabı Kurtuluş Projesi tam anlamıyla yüksek bütçeli bir Hollywood filmi; eğer kitapları bir filmi izler gibi okuyabileceğinize inanıyorsanız ya da en azından ardı ardına filmi çekilen kitapların yazarlarıyla bir maziniz olduysa… Yazarın diğer eserlerine benzer şekilde, çoğunlukla tek bir ana karakterin gözünden olayları izlediğimiz Kurtuluş Projesi, konuşma dilindeki sade üslubu; teknik terimlerle bezeli akıl yürütmelerini akıcı bir biçimde sunabilmesi; uzay, uzaylılar, zamanın göreliliği ve kıyamet gibi ilgi çekici temaları dostluk, cesaret ve kusurlu bir insan olmakla ilgili mesajlarla aynı çatının altında birleştirmesiyle okuyucuda gerçekten de eğlenceli bir bilimkurgu filmi izliyormuş hissini yaratıyor; bunu da ilk bakışta uzun görünen 560 sayfada gerçekleştiriyor.

MELTEM DENİZ 

Romanın konusunu, ilk sayfalarından itibaren ilginizi cezbeden ve devamını bir an önce okumaya iten nedeni açık etmeden söylemenin imkânı yok. Elbette hemen her eserin içindeki sürprizi bozmak ona yönelen ilgiyi ve neticesinde alacağımız hazzı etkileyecektir fakat Kurtuluş Projesi’nin ilk sayfalarda okuyucuyu öykünün içine çekme biçiminin kitabın en önemli özelliklerinden biri olduğunu vurgulamak şart. Bu yüzden kitabın konusuyla ilgili bahsi olabildiğince birkaç paragraf sonraya bırakmaya çalışacağız ve onun yerine buraya bir tavsiye gelecek: Böyle bir imkân bulunuyorsa en azından giriş kısmını okumadan önce kitap hakkında başka herhangi bir bilgi almamalısınız. ‘Böyle bir imkân bulunuyorsa’ ibaresinin temel sebebi ise buraya olumsuz bir eleştiri gelmesini gerektiriyor: Kurtuluş Projesi’nin tüm tanıtımlarında, İthaki Yayınları’ndan çıkan Türkçe baskısındaki kapağı da dahil olmak üzere, konunun tam olarak da ne ile ilgili olduğu açık bir biçimde yazılmış ve bu da kitaba dair ilk tecrübenizi olmaması gereken bir şekilde etkiliyor.

Kurtuluş Projesi’nin başkahramanı Ryland Grace bir biyolog olarak başladığı akademik kariyerine, yaşamın su olmadan da gerçekleşebileceğine dair iddialarının ardından kendisine yönelen alaycılık neticesinde, kitabın bütününde de takip edebildiğimiz muzip tarzıyla veda edip hayatını ortaokul fen bilgisi öğretmeni olarak sürdürmeye karar vermiş bir adam. Ryland Grace, Andy Weir’in kitaplarına konu edindiği karakterlerine bakışı ve onları okurla buluştururken seçtiği üslubun birebir yansıması, çünkü öykü boyunca tüm olayları onun gözünden izlemenin yanında, doğrudan onun ağzından okuyoruz. Karakter bize sesleniyor, bize sorular yönlendiriyor, içine düştüğü durumu bize açıklıyor ve bu duruma karşı geliştirdiği tüm tutum ve davranışları da yine bize tek tek anlatıyor. Böyle bir tercihin hem olumlu hem de olumsuz sonuçları var diyebiliriz.

Karakterin doğrudan bizimle konuşması, ona alışmamız ve sonraki beş yüz sayfa boyunca başına gelecekleri samimi olarak umursamamız için seçilebilecek en iyi yöntemlerden biri ve bu yöntem işe yarıyor. Zamana ve mekâna dair tüm betimlemeleri, hayal gücümüzle canlandırmamız için seçilmiş ve ayrıntılı tasvirler yerine, sokakta karşılaşabileceğimiz ve belirli bir konuda yetkinliği bulunan herhangi bir insanın ağzından duyuyoruz. Böylece olayların arasına giren betimlemeler akıcılığı dağıtmadığı gibi, bizim orada, karakterle birlikteymiş gibi hissetmemiz ve karakterin gerçek, yaşayan bir insan olduğuna inanmamız da sağlanmış oluyor; yabancılaşma ağının büyük bir parçası ortadan kalkıyor.

İkinci olarak bir bilimkurgu eseri okuyoruz ve eserin bütününde fiziğe ve biyolojiye yönelik çıkarımlar, bu iki bilimin sınırları, deneyleri, gözlemleri ve teorileri büyük bir yer kaplıyor; bu da haliyle yazarın eserine dayanak olarak kullandığı bilimsel arka plan hakkında yapmış olduğu araştırmasını göstermesi ve bu iki bilim dalına roman karakterleri kadar hâkim olmayan okura yaşananları açıklayabilmesi için bir yol bulma zorunluluğunu doğuruyor. Tür içerisinde bu zorunluluk çoğunlukla bilim insanı karakterin, yanındaki diğer karakterlere bu bilgileri açıklamasıyla giderilir, ancak bu da çok fazla uygulandığı için klişe haline gelmiş bir yöntemdir ve karakterleri hem rollerinde tutup hem de en basitten en karmaşığa tüm bilgileri diyaloglarla açıklama zorunluluğunu beraberinde getirdiği için, okuyucuya zorlama gelme ihtimalini artırmaya, tekrarlara düşmeye ve bazı noktalarda öykü içerisinde çelişkiler, tutarsızlıklar oluşmasına sebep olabilir. Bilmediğimiz konularda bilgi sahibi olan bir insanın düşüncelerini ilk ağızdan okumak ise pek böyle değil, çünkü çoğu durumda bildiğimiz şeylerden çıkarımlara ulaşırken bizler de aynı yolları izliyor, önceki bilgilerimizi hatırlayıp daha sonra bunlar üzerine yeni bağlantılar kuruyoruz.

Karakter ve onun içerisinde yer aldığı serüvenle bağlantımızı sağlamlaştıran birinci ağız seçiminin olumsuz sonuçları da var. Bunlardan ilki ve bir edebiyat eserinden bahsettiğimiz için en önemlisi estetik arayıştan ve edebi üsluptan taviz vermenin gerekliliği. Karakterimizin amacı sanatsal cümleler kurmak olmadığı için hem betimlemeler gibi konuşma dışı pek çok anlatım öğesinden yararlanamıyor hem de yeri geldiğinde karşımıza çıkan alet isimleri ve bilimsel terimler dışında, günlük konuşma diliyle yetinmek durumunda kalıyoruz. İkinci olarak karakteri ve karakterin kendini sunma biçimini sevip sevmeme meselesi var. Ryland Grace devamlı olarak sulu şakalar yapabilen biri ve eğer bunu sevmiyorsanız kaçma yahut onu başka bir gözle değerlendirme imkânınız pek yok. Üçüncüsü ise kitap ve okur ilişkisine yönelik bir olumsuz sonuç, zira roman Ryland Grace’in neden başından sonuna kadar sizinle yahut herhangi biriyle konuştuğunu açıklamıyor.

Kurtuluş Projesi’nin olay örgüsü başından sonuna kadar doğrusal bir çizgide ilerlemiyor. Zamanlar ve mekânlar arasındaki geçişi yazar çoğunlukla geçmişe dönük bölümlerle sağlamış. Dünya’da bir yer ve Uzay’da bir yer olarak toparlayabileceğimiz bu iki mekânın Dünya kısmını geçmişte izliyoruz. Ryland Grace’in hafızası tazelendikçe Dünya’da ve geçmişte olanlar hakkında bilgi alıyor, bunun haricinde kalan kısımda ise Uzay’da olanları ve şimdiki zamanı takip ediyoruz. Romanın ana zamanı şimdiki zaman, geçmiş zamanı ise yakın geçmiş ve uzak geçmiş olarak nitelemek mümkün. Bunları da aynı şekilde başkahramanımızın hatırladığı, hatırlamak yahut bize anlatmak istediği anılarıyla ziyaret ediyoruz. Romanın başlarında, karakterimiz daha cümlesini tamamlamamışken birdenbire farklı bir zamana ve mekâna ait paragraflar okumaya başlamak biraz yabancılaştırıcı olabilir, ancak söz konusu geçmişe gidişlerin sayısı ve yeri dengede tutulduğu için roman ilerledikçe bu duruma çabucak uyum sağlanabiliyor.

Şimdiki zamanda birazdan karşımıza çıkacak olan çoğu durumdan hemen önce Grace hafızasını ziyaret ediyor ve bize de çözüm yoluna dair elimizde olması gereken bilgiler sunuluyor. Doğrusal bir anlatımda gözden kaçabilecek çoğu detay bu sayede, henüz tüm bilgiler bizim için tazeyken verilmiş oluyor ve yazar böylece dikkatimizi nereye çekeceğine karar veriyor. Bu açıdan tüm kontrol yazarda. Üslup ve bakış açısı seçiminde de benzer şekilde, bu tercihin neticesinde okuru olaydan koparmayan, akıcı ve net bir anlatım sağlanıyor. Ancak gizemleri kendisi çözmekten hoşlanan, bir yapbozun parçalarını tamamlamak için zihnini meşgul tutmak isteyen, yahut ayrıntıları yakalamayı seven okurlar için bu çok da iyi bir tercih olmayabilir.

Andy Weir

Kurtuluş Projesi’nin teknik detay ve bilimsel doğruluğa odaklanan, katı bilimkurgu olarak ifade edebileceğimiz alt türe dahil olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu, romanın tamamıyla teknik olduğu veya türe özel bir merak duymayan okura hitap etmeyeceği anlamına gelmiyor. Bilimsel terminolojinin çoğu okura karakterin ağzından açıklanıyor, bunun haricinde kalan ve yazarın eseri içerisindeki tutarlılığı gözeterek yaptığı hesaplamalar, akıl yürütmeler ise konu hakkında derinlemesine bilgisi olmayan okuru rahatsız etmeyecek düzeyde. Romanda bilim ve kurguyu buluşturan asıl kısım, işlenen temaların insancıllığı ve bilim başlığı içerisine yerleştirebileceğimiz somuttan, kurgu başlığı içerisinde değerlendirebileceğimiz soyuta doğru yol alan olay örgüsü. Ryland Grace’in başkarakter olarak sunumunun yanında, romanın büyük çoğunluğunda bizimle birlikte olan ‘uzaylı’ karakter Rocky hem olay örgüsüne ve romanın nasıl sonuçlanacağına etki ediyor hem de başkarakterimizi –ve dolayısıyla insanlığı temsilen onu gördüğümüz için– kendimizi başka bir gözle değerlendirme imkânı doğuruyor.

Romanın bütününde bizlere bilimsel açıdan sorular sordurmaya ve bu kısma yönelik hayal gücümüzü tetiklemeye dair enerji kullanımı, uzay yolculuğunun boyutları, galaksinin büyüklüğü, Dünya dışı hayat, panspermia ve evrim gibi, elle tutamasak bile somut olgular olarak ifade edebileceğimiz pek çok başlık yer alıyor, ancak Dünya gezegeni ve insanlıkla ilintili olan kültür, idealler, erdemler ve duygular gibi soyut olgularla da epeyce meşgul oluyoruz. Bu noktada romanın dil, davranış kalıpları ve sosyal ilişki biçimlerini olay örgüsü özelinde daha ön planda tuttuğuna inanmak mümkün. Andy Weir’in romanında “Uzak galaksilere yolculuk mümkün olsaydı” ve “Dünya dışı yaşamla temasa geçseydik” gibi senaryoların yanında, “Dünyanın sonu gerçekten gelseydi” ve “Tüm insanlık birlikte çalışmak zorunda kalsaydı” senaryolarına da yer vermesi, Kurtuluş Projesi’ni sadece bilimkurgu okuruna değil, geniş okur kitlesine ulaştırmak açısından da isabetli ve ikinci senaryodaki ihtimaller, kurgunun dışındaki gerçek hayatımızın problemleriyle yakından ilgili.

Bütün bunlarla birlikte Kurtuluş Projesi iyi fakat çok da özgün olmayan bir konu üzerine şekilleniyor ve genel itibariyle derdini de yine çok da ayırıcı olmayan bir şekilde anlatıyor. Başkahraman Ryan Grace az çok her Amerikan filminde gördüğümüz beyaz erkek başrolleri hatırlatıyor; uzaylı Rocky, ET’den beri tanıdık olduğumuz dost uzaylının bir başka temsilcisi; kıyamet senaryosuna çözüm aramak için yola çıkan mürettebattan sağ kalan son kişi teması da oldukça tanıdık. Popüler kültürde sıklıkla rastladığımız temaları ve olayları bir başka yorumla birleştiriyor Kurtuluş Projesi. En temel haliyle Oksijen (2021) filmi gibi başlayan, Gravity (2013) ve Arrival (2016) gibi devam eden, ancak Interstellar (2014) gibi biten bir roman bu. Romanın ayırıcı olmamasına sebep olan şeyin, Andy Weir’in de tıpkı filmleri sinemaya uyarlanan bir başka türün imza ismi Dan Brown gibi, dinlenmeye yahut izlenmeye daha uygun, hatta sanki doğrudan bunun için belirlenmiş bir formül dahilinde yazılmışa benzeyen bir eser kaleme alması olduğunu düşünebiliriz. Nitekim yazarın dev ekrana uyarlan Marslı kitabından sonra, Kurtuluş Projesi’nin de yayınlandığı tarihten itibaren bir filminin çekileceği biliniyordu.

Tanıdıklık hissi her zaman kötü bir şey olmayabilir elbette; eseri okurken eğlenceli vakit geçirmek ve okuma eylemi sona erdikten sonra da bu hissi yâd edebilmek yeterli bir tatmin sağlayabilir. Kurtuluş Projesi ilgi çekici başlangıcı, akıcı üslubu ve insanı yormayan anlatımıyla, uzun görünmekle birlikte tek solukta bitirilebilecek, karakterleriyle kolaylıkla empati kurabileceğiniz ve insanı pişmanlık duymadan gerçek hayata döndüren bir roman. Halihazırda sevdiğimiz şeyleri başka bir hikâyede yeniden tecrübe etme imkânını geri çevirmek için fazla sebep yok, ancak daha fazlasını istiyorsak doğru adreste olmayabiliriz.