Ruhun karanlık köşeleri ve sınıf kavgası

Kol-Yen-Dük

Kol Yen Dük

DOLUNAY AKER

Kaos Çocuk Parkı 2019

Dolunay Aker, İzdiyar adlı şiir dosyasıyla 2016’da Altın Defne Genç Şiir Ödülü’ne değer görülürken, 10. Uluslararası İstanbul Şiir ve Edebiyat Festivali tarafından 2017 yılında 30 yaş altı Türkiye’nin gelecek vaat eden 29 yazarı arasında gösterildi. Kol Yen Dük şairin ikinci şiir kitabı. Üç yıl önce raflarda yerini alan kitap, geçtiğimiz aylarda yine aynı yayınevi Kaos Çocuk Parkı Yayınları tarafından ikinci baskısını yaptı.

HÜSEYİN GÖKÇE

Gilles Deleuze, 1987 tarihinde “Sinemada Fikir Sahibi Olmak” başlıklı bir konferans gerçekleştirir. İlker Kocael ve Ümid Gurbanov tarafından çevrilen video-görüntü kaydında[1] Deleuze “Sinemada bir fikre sahip olmak ne demektir?” sorusunu geliştirerek resimde, felsefede veya herhangi bir alanda bir fikre sahip olmanın belirli bir ihtisas alanında bir fikre sahip olmakla olabileceğini söyler. Ona göre tüm alanlar birbiriyle iletişim kurabiliyorsa, bu ancak her yaratım disiplininde var olan mekân-zaman seviyesiyle gerçekleşebilir. Deleuze bu konferansta Robert Bresson, Akira Kurosawa ve pek çok yönetmenin sinemasına değinir. Dostoyevski romanlarındaki karakterlerle Kurosawa’nın karakterleri arasında bir benzerlikten bahseder. Yönetmenin onunla ortak bir meselesi ve bağı olduğunu söylediği için onu uyarlayabildiğini belirtir. Onun da tıpkı Dostoyevski gibi imkânsız durumların içindeki karakterleri merceğine aldığı tespitinde bulunur. Her ikisinde de karakterlerin acele içinde bir yapıda olmasının altını çizer. Burada Deleuze’ün Dostoyevski ile Kurosawa arasında kurduğu ilişkinin Aker şiirine nasıl yansıdığı ve hangi yönde ayrıldığı üzerinde durulmasında fayda var. Aker de Dostoyevski’nin herhangi bir romanındaki bir karakter gibi; şiirlerinde bir acelesi var. Gilles Deleuze onun karakterleri için “genellikle tedirginler ve daima acele içindedirler” demektedir. Ölüm kalım halinde bile daha acil bir mesele olduğunu bilirler ama bunun ne olduğunu bilmezler. Onları durduranın da bu olduğunu söyler. Ona göre “Budala” bu yüzden budaladır. Aker de bir yakınlık kuruyor Dostoyevski’yle. “Dostoyevski, yakın arkadaşım” diyor bir şiirinde. Başka bir şiirinde bir alıntıya yer vererek “Dostoyevski okuyanlardan biriyim” dizesini kullanıyor. Aker de biraz Dostoyevski karakterleri gibi hareket ediyor şiirin içinde. Ama ondan yönünü ve gideceği yeri şaşırmamak kaydıyla ayrılıyor. Kendince daha acil olanın bilincinde.

Yazının ilerleyen bölümlerinde değinileceği üzere, onun için en acil olan sınıf kavgasıdır. Üretim ilişkilerine bağlı olarak ezen ve ezilen ilişkisidir. Bunun büyük bir oranda yaşamı belirleyici bir hal almasıdır. Hep daha önemli bir şey bekliyorsa, şu anda olanın önemsiz olduğundan değildir bu, yaşadığı ana da önemini vermek ama ona saplanıp kalmamak gerektiğini düşünüyor. Birçok yerde işler yolunda gitmiyordur birileri için. Bu kavrayışla hareket ediyor. Şairi harekete geçirecek nedenler olmasının yanında, bu nedenlere duyduğu tiksintinin ve öfkenin de onu ateşlediği söylenebilir. Onu durduran değil, harekete geçiren şeyler de bundan kaynaklanmaktadır. Kitabın adı üstünde, Kol Yen Dük. William Faulkner’den bir alıntıyla kitaba başlaması şiirinin izleğini, eğilimlerini ve yörüngesini az da olsa açık ediyor. “Bir gün tamamen tiksinene kadar, her şeyi bir kartın kör yüzünde riske atıyorum.”

hangi rengi seviyorsun diye sordu ona
siyah seni yatıştırır mı?

Aker, “Palimpest: karanlık bir göz”le “Çiçeğe dönmeyen zaman”ın içinden sesleniyor. Zamanın ontolojik yönünden çok toplumsal, siyasal ve sistemsel belirlenimlerle ezilenlerin lehine dönüşmemesini dert ediniyor.Böyle zorlu bir aralıkta dalgaların kuvveti, kıvrımları, ritmi ve uğultusunun bir sese ve olaya dönüşmesi gibi ‘her an her şey olabilir’ diyor. Öfkesi, verili olanı aşmanın praksisine yönelik olduğu gibi “mümkün olanın manzarasının” katedilmesini de kapsıyor. Ondan Aker şiiri biraz öfkeli bir şiir. Sınıf kavgasının öfkesi diyelim. Ama her şeyin de bundan ibaret olmadığının bilincinde. Şiiri de tamamen bundan oluşmuyor. Ama bu durum büyük bir oranda şiirini beslemektedir. Burada öfkeyle nefret arasındaki farka bir parantez açmak gerekiyor. Bu konuda Ernst Bloch’un bu iki kavram arasındaki belirgin farka işaret ettiği bir söyleşisine bakmakta fayda var. Bloch nefretten çok iyi bahsetmez. Öfkeye ise önemli bir değer atfeder. Bu konuda şu saptamalarda bulunur:

“Öfke insan haysiyetini hiçe sayan saldırılar karşısında gazaptır, bizim dik duruşumuzdur. Nefret soluktur, depresiftir, korkaktır, içten içe kendini yiyip bitirendir; içinde alkol dumanı tüter, ki oldukça patlayıcı olabilir. Öfke açıktır, insanın yüzünü soldurmaz, kızartır.”[2]

Dolunay Aker

Ayrıca Bloch tüm devrimlere öfkenin refakat ettiğini, ancak nefretin sınıf mücadelesinde yeri olmadığını söyler. Düşünürün bu berrak bakışından referansla, öfkenin kurucu, yapıcı, dönüştürücü ve yer yer yıkıcı yönüne karşı, nefret bir su birikintisi gibi zamanla çürür ve kokar. Önemli olan suyun birikmemesi, akması, çatlakları doldurması, çığırlar açması, örgütlenerek yeşertmesidir. Bir su gibi durgunlaştığımızda ve bu durum zaman aldıkça kendimizden korkmamız, hatta ürpermemiz gerekebilir. İşte öfke, o çığırları açabilecek kudrettir. Aker’in şiirinde de böyle bir öfkenin izlerine rastlamak mümkündür. “Sinsileşmeden”, “yozlaşmadan”, kendini açık eden, gizlemeyen bir öfke var. Bu haklı öfkenin aşağıdaki son dizede görüleceği üzere nefrete dönüşme riski taşıdığını da belirtelim.

her an her şey olabilir
hesabım sınıftandır
geç kalan sınıflara bir ödenek gönder

patron seni hınzır herif utanmaz alçak

patron seni andığımı sanma
hatırlamak içindir

iyi günlerimiz olmadı
iyi günlere inanmaz
İyi günlerimi çıkarıp şarjörü tamamlıyorum

Ayrıca Aker şiirinde ‘tarih’, ‘coğrafya’ ve ‘dil’ tersine ve tersten işlediği ve işletildiği için bir kaygı var. Bir yerde ‘karanlığa muhtaç ellerimiz’ diyor. Karanlığın ve kasvetli olanın sınır durumları yaratacağının farkındadır. Düşünmenin, her şeyi düşünmenin bir idrak ve kavrayış sağlaması kaçınılmazdır. Bu uçuruma sürüklenmek ve yeri geldiğinde düşebilmek kendi çığlığını ve şeylerin çığlığını duyma konusunda büyük hazlara ve korkunç ıstıraplara yol açabilir. Ama bu durum bazen pas tutan, praksise izin vermeyen ve hareket etme imkânını insanın elinden alan bir melankoliye dönüşebiliyor. Ama ruhun karanlık köşelerine sondaj yapılmadan da insan kendi gerçekliğini kavramakta zorlanabiliyor. Ondan şair, toplumsal praksise dönüşmesi gereken bir tekil karanlığa ihtiyaç olduğunu vurguluyor. Tam da tinin kaygılarını sonuna kadar götüreceğini düşündüğümüz yerde birden kesiliyor. Şiirlerin kendi içinde görünen sınıfsal ve toplumsal boyut, son şiirlere doğru daha belirgin bir hale geliyor. Ondan şair yukarıda yer verdiğimiz şiirin bir yerinde “Hesabım sınıftandır” diyor.

Aker’in, Walter Benjamin’in Tarih Kavramı Üzerine Tezler’in IV. fragmanında bahsettiği türden bir tinsellik anlayışı içerisinde olduğu ileri sürülebilir. Benjamin, Marx öğretisi doğrultusunda eğitilmiş bir tarihçinin göz önünde bulundurduğu sınıf kavgasından bahseder. “İlkel ve maddi şeyler uğruna, başka deyişle inceliğin ve tinselliğin onlarsız düşünülmeyeceği şeyler uğruna yapılan kavgadır”[3] yorumunda bulunur. Aker’in tinin kaygılarıyla beraber, sınıfsal ve tarihsel olandan ayırmadan bir direnç şiiri oluşturduğu söylenebilir.

İşte bu anlayış ve yaklaşımın onun şiirlerinin sapmalarla ilerlemesini sağladığını söyleyebiliriz. Maksatlı ve bilinçli bir sapma diyebiliriz. Öncelikle şiiri çok fazla şiirsel kılmıyor. Bundan dolayı kambur bir şiir gibi gelebilir. Dili kekre. Kimi şiirler belli bir anlamda konaklamıyor ve kendini ele vermiyor. Belki de ara ara dönüp okumama neden olan durum budur. Çiğ bir şiirsellikle hiç alakası yok. Belki kekrelik de ondan. Sanatın çoğu dallarında şiirsellik önemseniyor. O sanat dalında üretilmiş bir esere kattığı biçem ve ifade oldukça önemli. Tam da böyle olduğu için bıçak sırtı bir durum söz konusu. Şiirselliğin dozunu tutturmak çoğu zaman zor olabiliyor. Şiirsel bir şey çıkaracağım diye ısrar edildiğinde geriye ne film, roman, hikâye ve ne de resim kalıyor. Diyelim bir sinema filminde, genelde de varoluşsal kaygılar taşıyan karakterlere yoğun olarak yer verilen filmlerde, uzun bakışlar, damlayan su ve suskunluk önemli bir anlatım olarak ön plana çıkar. Ama bunlar o kadar gereğinden fazla kullanılıyor ve uzun süre bu sekanslara yer veriliyor ki, izleyicinin filmden kopmasına neden olabiliyor. Şiirin kendisinde bile bu ayar tutturulamadı mı ortada şiir diye bir şey kalmıyor çoğu zaman. Hatta bu noktada daha da ileri giderek şiiri şiirsellikten kurtarmak gerektiğini düşünüyorum. Aker şiirlerde fazla şiirsel davranmadığı, belki de bile bile bundan kaçtığı için şiiri çok şiirsel kılmıyor, şairi de şairane yapmıyor. Şiir yazan bir şair olarak kalmayı tercih ediyor.

Sapma

ötelenen sesi
severse şayet

sapma bugün ki ev
olabilir

sen kelimeleri kölelik olarak anladın 

bitirme

tamamlama

Bazen tanık olduğumuz üzere bir şiir bir dizeye kurban edilebiliyor. O dize bir şiirin yükünü çekerken, diğer dizeler ona eşlik eden figüran gibi kalabiliyor. Evet, şiir dizelerden oluşur ama bir şiirin bir dizeye kurban edilmesini de anlamış değilim. Okurun kendi kendine mırıldandığı, ara ara kendini yokladığı, bazen kendi hakikatiyle şiirin hakikatinin kesiştiği dizeler elbette olacaktır. Bu şairden bağımsız gelişen bir süreçtir. Fakat sanki o dize için yazılmış bir şiirle karşılaşmak kadar korkunç bir şey yoktur. Aker’in kimi şiirlerinde birkaç dize ön plana çıksa da, bunu şiir kitabının geneline yaymadığı ileri sürülebilir. O anlamda mayası tutmuş bir şiirdir diyebiliriz.

Diğer bir sapma olarak şu durum göze çarpmaktadır. Kemikleşmiş şiir alanına öfke duyduğundan ondan kopmak istiyor. Kendi mahallesinde birbirini ağırlayan, yücelten, öven, polemiklere girmeyen, varsa da sorunlarını kendi içinde halleden bir şiir ortamdan bahsedilebilir. Şiirde bir imkân, soluk ve bakış ve duyuş oluşmasını engelleyen bir alandan kendini koparma gayreti içinde olduğu söylenebilir. Zira durum, bir alanın özerkliği ve özgürlüğünden bahsedilemeyecek kadar berbat bir hal almıştır. Tabii bunda özellikle ‘battal bir sürecin’ ve ‘uslu coğrafyanın’ olduğu bir yerin payını yadsıyamayız. Bu gidişat ve tutum her şeye bulaşmıştır. Öte yanda sürekli kartların dağıtıldığı ve kozların birilerinin elinde olduğu bir kurgu bu dünya. Yani başından belli kazanacağı birilerinin. Ama alanlar ve onların özerkliği bu kurguyu ve oyunu az da olsa bozabilme ve tersine dönüştürebilme şansına sahip. Sanatın özerkliğine her zaman ve hiç olmadığı kadar ihtiyaç duyulması bundandır. O halde şiir gibi Platon’un devletinden kovulmuş, İbrahimî dinlerde pek hoş karşılanmamış fakat modernizmle beraber iktidarla ve kapitalizmle mücadele etmiş bir duyuş ve kavrayışın bu alandaki ısrarını ve inadını sürdürmesi gerekiyor. Onun için de bu koşulları askıya alacak ve orada bir sapma yaratacak dil, biçem ve duygulanımlar oluşturması kaçınılmaz bir zorunluluk ve sorumluluktur. Kanımca Dolunay Aker buraların oldukça farkında ve şiirini buralardan kurguluyor. “Modern şaşkınlık” şiirindeki bir bölümün bu iddiamızı güçlendirecek bir yapıda olduğu ileri sürülebilir.

ovaları dik yürümekten öğreneceklerimiz var
‘sanatçı boku’ndan daha yararlı bu.
hem türkiye şiiri yararlı şeylerden oluşur.
yararlı şeyler yani meksika. Üç güvercin.
avizeler, azizeler kutsal geyikler aynı anda.
karışık karmaşa. saçları kesmek lazım
kimse tutmadan, İsmet Özel bilemez bunu.
Jack Daniels içenler de.

Aker’in şiiri şiirsellikten kurtararak, öfkesini belli etmekten çekinmeyerek ve tinsellikle beraber şiirin sınıf kavgasındaki önemini göz ardı etmeyerek dikkate değer bir emek sarf ettiğini söyleyebiliriz.

 

NOTLAR: 


[1] Gilles Deleuze: Yaratıcı Eylem Nedir?, çev: İlker Kocael ve Ümid Gurbanov, (erişim tarihi: 10 Nisan 2022) 

[2] Bloch, E., (1978), Nefret mi Öfke mi? Tendez-Latenz-Utopie, Suhrkamp, çev. K. Kırmızısakal, (erişim tarihi: 10 Nisan 2022) https://terrabayt.com/dusunce/nefret-mi-ofke-mi/

[3] Walter Benjamin, Pasajlar, çev. Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2013, s. 39.