SUZAN SAMANCI
Ayrıntı Yayınları
Suzan Samancı’nın uzun yıllar şiir yazmasının da verdiği güçle yazdıkları, şiirden devşirilmiş gibi sıralanan cümleleri, nerede olursak olalım olmak istediğimiz yerin neresi olduğunu düşündürüyor.
“Deniz ve martılar olmasa çok uzaklarda olmadığımıza inanabilirdim.”
Sınırında yaşadığı ülkenin aslında neresinde olduğunu bilmeyen bir çocuğun evinden uzaklaşma hikâyesiyle başlayan bir romanın, belki de en çarpıcı cümlesi.
Ayrıntı Yayınları’nın Türkçe Edebiyat dizisinden yayınlanan, ödüllü yazar Suzan Samancı’nın Koca Karınlı Kent’inde bir ailenin yer edinme, ait olma savaşı anlatılıyor. Ailenin ait olduğu kimlikten, bulunmak zorunda olduğu iklimin kişiliğine bürünme zorunluluğunu, en çarpıcı kayıplarını derinden yansıtarak okutuyor.
İnsan evinden uzaklaşırken geri dönme isteğini ya da zaten doğduğu yerin kalıbını taşıma mecburiyetini ne kadar saklayabilir, özellikle kendinden?
Farkına bile varmadığı kadar uzak kalınca evinin neresi olduğunu unutan bir kızın, ait olmadığı, yerleşemediği, ama bulunduğu yerde kalması ne kadar acı olabilir?
İçindeki ses ona dönersen ölürsün, derken yabancı olduğu denizde yüzmeye devam ederse karaya ulaşıp Ağrı Dağı’na çıkabileceğini düşünen bir kadın, kahramanımız. Annesi, ailesi, bıraktığı ve anılarını beraberinde taşıdığı ailesi, ninesi ve aşkıyla yaşadığını hissetmek için elinden geleni yapan tüm roman kahramanları gibi, hem romanın içinde hem de her gece haritada aradığı ve bir türlü bulamadığı bir ülkede yorgun bir kadın.
Göçmek; yaşandığını kabul ettirmek zorunda olduğunuz bir savaşın içinden göçmek, buna mecbur olmak sizi nereye kadar götürebilir ki?
Yüreklerinin istasyonlarını birbirine kapatan insanların bunu neden yaptıklarını birbirlerine sormalarıyla başlayan bu kendini hiçbir yerde hissedememe hikâyesi en acıklı vuruşunu kahramanımızın annesinin isyanında belirgince dile getirir: “Bu kent bizi bizden alacak, birer lağım faresine çevirecek. İçime güneş doğmuyor artık.”
Gittikleri yerde iyice kaybolmamak için yola çıkarken aldıkları önlemlerin hiçbiri yetmez hale gelir. Kendileri gibi olanların bulunduğu bir yere göçmek, birbirlerini uzaktaN tanıyan insanların arasında olmak da onları korumaz.
Aynı stranları (şarkıları) söyleyen evleri tanıdık bir bir… Mürekkep yalayanlar değil, beyinlerini mürekkeple dolduranlar, “Kendi denizimizi oluşturmalıyız, büyük balıklar küçük balıkları yutar, bu nedenle herkesin mürekkebi farklıdır, mürekkebini oluşturamayanları, köpekbalıklarına yem olur,” diyorlardı.
Kendi dillerini unutmak üzere iken, öğrendikleri dilin de ustası olmamak onları birbirlerinden iyice uzaklaştırır. İçinde eriyip gitmedikleri sürece dışlandıkları yer aslında bir “önceden gelenlerin kenti”dir. Daha sonra geldikleri bu yer onların önceden var olanlara yenildikleri yerdir. Birbirlerini iyi bilseler, çok yakından tanısalar da… bir kere her şeylerini kaybettikleri yerden gelenlerin onlardan önce kazanmasına izin verilmeyen yerdir orası. UzaktaN tanıdıklarıyla dolu, uzakta oldukları bir yer.
Zengin çatılar kalın enseli kalantor adamlara, zayıf çatılar avurtları çökük cılız adamlara dönüşürdü.
Nereden geldiğini en çabuk unutanın kazandığı bir savaştır aslında kahramanımızın kendini kaybettiği bu savaş. Kovalananların iyi koşucu olması yetmez. Ceplerinde taş bırakan çocukların elbiseleri kadar çabuk eskir, yürekleri, benlikleri, ruhları.
Şiirin, şairin; kitabın kurtarmasını umduğu benliğini taşımak ağır geliyor kahramanımıza. Sevgilisinin varlığının sevmeyi ifade etmemesi, ailesinin ifade ettiklerinden beklediğini bulamaması, en çok annesini kaybetmesi bundan. Öyle kayboluyor ki, doğmaktan gelen en büyük beklentiyle, annesi gibi olmak bile ona yabancı geliyor. Saklandığı hiçbir kitapta olmamak, geldiği yerde yaşadığı korkulardan da büyük bir korkuyla sarıp acıtıyor tüm ruhunu. Nerede olduğunu bilmediği gibi, gidebileceği hiçbir yeri de bilmediğinden, bulamadığından, yalnızlıkla sarsılıyor.
İnsan kendi içinde bile kendini bulamazsa ne yapabilir ki?
Suzan Samancı’nın uzun yıllar şiir yazmasının da verdiği güçle yazdıkları, şiirden devşirilmiş gibi sıralanan cümleleri, nerede olursak olalım olmak istediğimiz yerin neresi olduğunu düşündürüyor. Belki de bir sayfa daha okuyunca yerini bulacağını ummaya devam ettiğimiz kahramanımız gibi, kayboluyoruz.
Aslında hepimiz, böyle kayıp nice kahramanıyla aslında kocaman bir “neresi burası” ülkesinde yaşamıyor muyuz?