Kederli topraklarda haykıran sessizlik

Kızların-Suskunluğu

Kızların Suskunluğu

PAT BARKER

çev. Seda Çıngay Mellor İthaki Yayınları 2020 320 s.

Pat Barker; “Kızların Suskunluğu” romanında gelmiş geçmiş en büyük muharebelerden, kıyımlardan Troya Savaşı’nı konu alıyor ve meşhur İlyada Destanına savaşın arka plana attığı, katliamın ‘ganimeti’ olarak görülen kadınların açısından farklı bir yorum getiriyor. Kadınların kaderlerine ve kederlerine sessiz haykırışlarına tanık oluyoruz.

CEM ALTINIŞIK

“Kan, bok ve beyin, işte Akhilleus bu, Peleosoğlu, yarı ölümlü yarı tanrı, zafere doğru ilerliyor.”

Bir insanın yaşamı durağan da olabilir, uçlarda da seyredebilir. Yaşamın temposu nasıl olursa olsun, günler nasıl geçiyorsa geçsin, alışagelmiş günlük pratikler de o kişinin vazgeçilmezi olacaktır. Bazısı belki bu sıkışmışlığı esnetmekte daha başarılı, bazısıysa düzenin güvenli limanlarında daha huzurlu. Kısacası rutinin kıskacının, insanlığın yaşamında az ya da çok etkiye sahip olduğu aşikâr. Tabii ki bu güven duygusu kadar, can sıkıntısıyla da ilişkili.

Düzen içindeki sıradanlığın yarattığı yanıltıcı sonsuzluk hissini, can sıkıntısını gündelik yaşamın kaçınılmaz normali yapmasını, üstelik bundan kaçmanın da gün geçtikçe zorlaşmasını anlatan akla ilk gelen eserlerden birisi Dino Buzzati’nin zamansız klasiği Tatar Çölü. Bastiani Kalesi üzerinden ev/yuva hissedilen yerin huzur, mutluluk getirmesinin ötesinde barındırdığı tehlikeleri; türlü heyecanlarla kaleye adımını atan genç Giovanni Drogo’nun eylemsizlik ve sonsuzluk/ölümsüzlük ilişkisi üzerindense nasıl düzenin bunalımı içinde hapsolduğunu, ‘koca’ ömre yayılan süreçte rahatsız ediciliğini oldukça vurucu şekilde işlemişti.

Farklılığa aç kimselerin suskun bekleyişleri, bunalımlarını kırma arzuları… Bilhassa varoluşsal kaygı, ölüm gibi konuları irdeleyen eserlerde çokça karşılaşılan konular. Pat Barker’ın İlyada Destanına farklı açıdan bakan Kızların Suskunluğu (The Silence of the Girls) adlı yakınlarda raflarda yerini alan romanı da benzer temaları, işin içine cinsiyet eşitsizliğini ve elbette düzene zorlayan yapıyı katarak işleyen bir eser. Seda Çıngay Mellor’un temiz çevirisi İthaki Yayınları tarafından basıldı.

Türkçede ilk defa okurlarla Bence Kitap’tan Toby’nin Odası ile buluşan yazar; Costa Book Award ve Women’s Prize’da adaylıkları bulunan, Guardian’ın 21. yüzyılın En İyi 100 Kitabı listesine dahil edilen son eseriyle, 2018 yılında yurt dışında yayımlandıktan kısa süre sonra bizlere de merhaba dedi.

Haykıran Suskunluklar

1943, İngiltere doğumlu Barker; yazdıklarında savaş, travma, hafıza ve hayatta kalma gibi konulara odaklanıyor. Mitolojik bir anlatı üzerinden bu konuları nasıl işlediğini rahatça Kızların Suskunluğu romanında görüyoruz. Âdeta yüzyılların efsanevî anlatısına meydan okuyor, dönemin özelliklerini de göz önüne alarak toplumsal cinsiyet kalıplarını korkusuz işlemesiyle dikkat çekiyor.

Bu sivri dilini daha kitabın ilk parafında çarpıcı biçimde görüyoruz:

“Yüce Akhilleus. Zeki Akhilleus, ışıl ışıl Akhilleus, tanrılara benzeyen Akhilleus… Övgü dolu sıfatlar nasıl da üst üste yığılıyor. Biz ondan bahsederken bu isimlerin hiçbirini kullanmazdık. ‘Kasap’ derdik biz ona.”

Bu da bize eşitsizlik vurgusuyla bezeli bir kitap okuyucumuzu vadediyor.

Şan, şöhret, aşk üçgeni ve unutulmaz bir intikam hikâyesi: Troya Savaşı. Yeri geldi okuduk, yeri geldi beyazperdede bu destansı anlatıyı deneyimledik. Bir tarafta kral Agamemnon ve ‘kasap’ Akhiellus, diğer tarafta yıkılmakta olan Troya’nın kralı Priam ve kendisini kederli bir son bekleyen Hektor. Ve daha nice şana kavuşacak yahut savaşta katledilecek erkek… Kızların Suskunluğu, İlyada Destanını başka bir pencereden, ünlü kasabın kardeşlerini ve kocasını öldürdüğü, kendisini de ganimeti olarak odalığı yaptığı Briseis’in ve onunla birlikte olan kadınların gözünden anlatıyor.

Çarpışan kılıçların, bağırışların ardında kazananların ganimeti olarak alınan kadınların gözlemleri üzerinden destanı okuyoruz. Sessizce kaderlerine haykırıyor, umutsuzca suskun kalıyor ve düzene ne yazık ki ses geçiremiyorlar. Güç gösterisinin malzemesi olarak oradan buraya salınan Briseis şu sözlerle kitabın geneline de yayılan hissiyatı gayet net anlatıyor:

“Erkekler kadınların yüzüne bildirirler, başka erkeklere hitaben mesajlar kazırlar. Akhilleus’un evinde mesaj şuydu: Bakın. Ordunun bana verdiği ödül, her zaman olduğumu iddia ettiğim şey olduğumun ispatı. Yunanların en iyisi olduğumun. Burada, Agamemnon’un çatısı altında başka bir mesaj vardı: Bakın şuna, Akhilleus’un ganimeti. Nasıl ki onun ganimetini elinden çekip aldım, sizinkini de her an alabilirim. Neyiniz var neyiniz yoksa alabilirim.”.

Kaybolan Odak

Sadece köle ve ödül olarak görülen baş karakterimiz Briseis olmak üzere tüm suskun kadınlar kitabın bir noktasından sonra neredeyse tamamen yok oluyor. Öyle ki hem metnin devamlılığı bozuluyor hem de işlenen hassas konunun odağı kayıyor. Bastiani Kalesi’nde kaderine meydan okuyamayan, eylemsizliğin insanı olmuş Giovanni Drogo’su, Kızların Suskunluğu’nda erkeklerin savaşı bağlamında düzenin zorlaması ve cinsiyet eşitsizliği üzerinden sessizliği vurgulanan Briseis oluyor. Bilhassa kitabın ilk bölümünde bu rahatsız ediciliği okura ulaştırmakta Barker gayet başarılı. Fakat yazar tarafından birden cismen de kadınlar geri plana atılıyor. Bu bağlam kayması, okur olarak bana yazarın hikâyeleştirmedeki kararsızlığını düşündürttü.

Akhiellus ve Patraklos üzerinden Troya Savaşı’na ve intikama hatırı sayılır bir bölüm ayrılıyor. Bu kısımları da bizzat bu iki karakterin düşünce ve gözlemleriyle, bambaşka hissiyatla okuyoruz. Şahsen bu bölümün de iyi yazıldığını düşünsem bile, iki farklı bakış açısındaki ve karakterdeki geçişin kitabın ilk bölümü ve ana amacıyla bağlantısının zayıflığı, ne yazık ki anlatıyı oldukça olumsuz etkiliyor. Briseis ve kadınların etkisiz yokluğunun rahatsız ediciliği, cismen de yok olmalarıyla anlamsız bir yöne gidiyor.

Pat Barker; Kızların Suskunluğu’nda gelmiş geçmiş en büyük muharebelerden, kıyımlardan Troya Savaşı’nı konu alıyor ve savaşın arka plana attığı, katliamın ‘ganimeti’ olarak görülen kadınların açısından meşhur İlyada Destanına farklı bir yorum getiriyor. Eser ilk bölümünde kaderine ve kederine suskun kadınların sessiz haykırmalarını gayet iyi işlerken, ne yazık ki odağını kaybetmesiyle edebî etkisini de azaltıyor.

“Başarılı bir yağma daha, yakılıp yıkılan bir şehir daha, erkeklerle oğlan çocukları öldürülmüş, kadınlarla kızlar esir alınmış; sonuç olarak iyi bir gün. Üstelik daha gece vardı sırada.”