Kızıl Mars: Ütopyayı kurmak

Kızıl Mars

Kızıl Mars

KIM STANLEY ROBINSON

Çeviri: Sabri Gürses, İthaki Yayınları

Kızıl Mars bize 70’lerden sonra çeşitli sebeplerle kapanmış ütopyacı geleneği yeniden canlandırma imkânı sunuyor. Jameson bu nedenle Mars Üçlemesi’nin 90’ların Mülksüzler'i olduğunu söylemişti...

KORAY KIRMIZISAKAL

“Tarihin sonu”ndan sonra yazılmış ve kolaycı distopyacı anlatılara teslim olmayan bir roman arayanlar için Kızıl Mars harika görünüyor. “Tarihin sonu”ndan (1989) sonra diyorum çünkü bu roman Fukuyama’nın iddiasına bir cevap niteliğinde okunabilir. İyi bir bilimkurgunun ya da iyi bir ütopyanın hesaplaşması gereken ilk mesele Tarih’i yapmakla ilgilidir zaten. Kızıl Mars romanı Mars’ın tarihini gözlerimiz önünde canlı bir şekilde kurarken, bunun imkânlarını, sınırlarını resmediyor ve kaçınılmaz çatışmalarına karşı uyarıyor aynı zamanda. Açık ve henüz başlamakta olan bir ütopya bu. Oysa ütopya denilince tarihin, arzunun, çatışmanın sonlandığı, kaygının bittiği mükemmel bir tablo akla geliyor ilk başta. Esasında ütopyacı tasarının gerçekleşmesinin hiç bitmeyen bir yapıp etmeler süreci olduğunu, dramayı, trajediyi içerdiğini görüyoruz romanda: suikast, devrimin şiddeti, yeraltı oluşumlar, göç dalgasının yarattıkları, Yeryüzü’nün tehdidi, şeylerin yıkımı, Mars’ın doğasının kükreyişi, yolculuklar, tekinsizlikler, politik-psikolojik mücadelelerin girift evreni bu örneklerden birkaçı sadece. Karakterlerin karşıtlıklar içinde konumlanmaları, bize çok çeşitli ideolojileri ve sınırlarını tartışma imkânı sunuyor. Sözgelimi, Phyllis Boyle’nin Hristiyanlığına karşı Sax Russell’ın bilimsel aklı, Arkadi Bogdanov’un devrimciliğine karşı Maya Toitovna’nın ya da John Boone’un liberalizmi. Mars’taki ilk insan olmanın verdiği mitik etkiye sahip John Boone’un etki alanına karşı Frank Chalmerz’in Makyavelciliği vb. sayılabilir.

Romandaki en merkezî çatışmalardan biri Mars’ı “dünyalaştırma” projesi üzerinde gerçekleşiyor. Bir tarafta Mars’ın doğasını yaşanabilir kılma uğruna değiştirme, “dünyalaştırma” yanlıları (yeşiller) ile öteki tarafta Mars’ın doğasına dokunmadan birlikte yaşama taraftarları (kızıllar) bulunuyor. Fredric Jameson’ın sadık bir öğrencisi olan Kim Stanley Robinson, Tarih’in o yaralayıcı düzeneğine, kolektif arzulara karşı koymasına rağmen şeyleri yeni baştan kurma fırsatını elde edebilir miyiz sorusunu sorduruyor bu romanda. “Bütün dünya böyle yönetilebilirdi, ne ki onu tarihin boyunduruğundan bir kurtarabilseydik!”[i]

Kızıl Mars gelecekte geçen soyut bir ütopya gibi görünse de, Mars’ta yaşamanın zorlu bir organizasyon, bilim, mühendislik, zekâ, dayanışma ve yaratıcılık gerektiren koşullarını, fizikî doğasının ayrıntılarını anlatarak onu âdeta gerçekçi bir mekâna dönüştürüyor. Romanın anlatıcısının üçüncü tekil şahıs perspektifini kullanması tek bir insanın öznel perspektifinden sıyrılmamızı sağlıyor. Böylece Mars manzarasının, rüzgârların, kayaların, minerallerin, kum fırtınalarının, sel taşkınlarının, kullanılan aletlerin, radyasyonun ya da Güneş ışığının diline kimi zaman bir tarih kitabı kimi zaman da bir bilim kitabı okurmuşçasına erişilir kılıyor. Gerçekliğin kuruluşunun imkânlarını sorgulatıyor. Mars, edebî, metaforik bir adadan ziyade güç mücadelesi içinde, Birleşmiş Milletler’in, ulusaşırı şirketlerin, devletlerin ve çeşitli milletlerin çatışma mekânı aslında. Ütopyanın ada karakterinin sorgulanmasını görebiliyoruz burada. “Mars eskiden bir güçtü, şimdiyse bir mekâna dönüştü.”

Ütopyayı, yeni olanı kurarken, tarihin kan emici formlarının peşinizden gelip bizi avlaması tartışılması gereken en zengin meselelerden biri. Marks’ın meşhur sözlerini hatırlayalım: “Tüm ölmüş kuşakların geleneği, yaşayanların beyinlerine bir kabus gibi çöker.” Kapitalizm, zenginliğin hâlâ feodal biçimde dağıtılmasıdır, demişti Robinson Raymond Williams’ı kullanarak. Romanını Williams’ın üç kavramıyla okuyabiliriz öyleyse: “egemen olan,” “kalıntı olan” ve “doğmakta olan.” “Kalıntı olan” kendisini yaşatabilmek için “egemen olan” ile birleşip tüm kuşakları avlıyor. Böyle bir çağın gelecek tahayyülü ya da “doğmakta olan”a dair beklentileri de distopya oluyor bu nedenle. Kim Stanley Robinson’un çabası “doğmakta olan”ın “egemen olan”ı aşabildiği bir düzeni ve çatışmalarını, tartışmalarıyla birlikte bize göstermek. Hele ki şu ahir zamanlarda, dünyanın sonunun, iklim krizinin, ulusaşırı şirketlerin yeryüzünü sınırsızca “dünyalaştırma” projelerinin tahribatının geri dönülmez noktalarda olduğunu gördükçe önemi daha da artıyor. Bugün herkes gazete haberlerinden bir kolaj yaparak distopya yazabilir, diyor Robinson. Peki ya Ütopya? Kızıl Mars bize 70’lerden sonra çeşitli sebeplerle kapanmış ütopyacı geleneği yeniden canlandırma imkânı sunuyor. Jameson bu nedenle Mars Üçlemesi’nin 90’ların Mülksüzler’i olduğunu söylemişti. Hayatının başka bir döneminde Ursula’nın da öğrencisi olmuş olan Robinson yakın zamanda şöyle diyecekti: “Kahrolası Iain Banks ve Ursula öldü, ve ben de son ütopyacı gibiyim.” Dilerim üçlemenin devamı Türkçeye çevrilir ve Kim Stanley Robinson da son ütopyacı olarak kalmaz.

 

 


[i]Fredric Jameson’ın Siyasal Bilinçdışı’ndaki şu sözleriyle karşılaştırınız: Bu anlamda kavranan Tarih, yaralayan, arzuyu reddeden, bireyin yanı sıra kolektif praksise de amansız sınırlar koyan şeydir; onların "kandırmacalar"ı açık niyetlerini tüyler ürpertici ve ironik bir biçimde tersine çevirir. Ancak bu Tarih, sadece sonuçlarıyla kavranabilir ve asla doğrudan şeyleşmiş bir güç olarak kavranamaz. Zemin ve aşılamaz ufuk olarak Tarih’in hiçbir özel teorik doğrulama gerektirmeyen nihai anlamı aslında budur: Onun yabancılaştırıcı zorunluluklarının, onları görmezlikten gelmeyi tercih edebilsek de, bizi unutmayacaklarından emin olabiliriz.