Yersiz edebiyat

Gökhan-Yavuz-Demir

Kesin Döneceksiniz

GÖKHAN YAVUZ DEMİR

Yeni İnsan Yayınları 2022 48 s.

"Yazar, bu toplumda baş aşağı duran Feyerabend’in Vakit Öldürmek metaforunu ayakları üstüne koyup Öldürmeyen Vakit yapıyor. Hem öldürmeyen hem de yaşatmayan bir vakit icat ediyor. Velhasıl yazar odak noktasına akmayan bir zamanı alıyor. Eksilttiği şey ise bir saatin akrebi ve yelkovanı. Batının mühendislik harikası icadı modern saatten mekaniğini çıkardığınızda, elinizde sadece akması gerektiğine inandığınız ama fasit bir daireden daha fazlası olmayan bir tahta parçası kalıyor. Tarihin motorlarının çalındığı bir coğrafyada ne ilerleyebiliyor ne geri gidebiliyorsunuz."

YUNUS ANIL YILMAZ

Sanat eserleri birtakım kriterlere tabi olmayı mütemadiyen (nadiren) reddeder. (Az sayıdaki) Sanatçılar formları yeniden ve yeniden, sonra en baştan yıkarlar ve yeniden inşa ederler. O yüzden sanat eseriyle ilişkiye girerken açık bir zihinle (bu da pek mümkün değildir) eseri karşılamaktan korkmamak gerekir. Eser bizi salak yerine koymalıdır (veyahut eser karşısında kendimizi salak yerine koymalıyız). O yüzden ben, bir dedektiflik romanında asla (çoğu zaman) katili tahmin etmeye çalışmam. Sahte ipuçlarına inanmayı tercih ederim. Sürprizlere açık olmak ya da eserin tadını kaçırmamak, sanatçının izlediği yola sadakattir. Eser bittiğinde gündelik inançlarınıza, biriktirdiğiniz yargılarınıza dönebilir ve eseri bir daha değerlendirip kendi anlam dünyanıza katabilirsiniz. O vakte kadar yazarın yolunu izlemeyecekseniz, yazardan alacağınız şeyler sınırlı kalacaktır. Tiyatro sahnesinden tutulan bir ayna karşısında saçınızı düzeltecekseniz, evden çıkıp tiyatroya kadar zahmet etmenize gerek yoktur.

Benim Kesin Döneceksiniz karşısındaki durumum bu anlamda oldukça zordu. İlk defa yazarını tanıdığım bir eseri okudum. Kitaptaki olayları, yazarın benim de defalarca çatısı altında vakit öldürdüğüm evinde geçiyormuş gibi hayal etmekten kendimi alıkoyamadım. Üstelik Gökhan Yavuz Demir’in sanat ve edebiyat üzerine pek çok dersine girdim. Yazara olan yakınlığıma rağmen tam tersi bir yerden, ne yazarı tanıyormuş ne de kitabın somut koşullarından haberim varmış gibi davranarak bu kitabı ele alacağım. Değerlendirme yöntemime ne kadar ikna olursunuz bilinmez.

Sanat eserlerinde sıklıkla karşılaştığımız iki özellik vardır. Birisi eksiltme, diğeri ise odaklamadır. Sanatçı olabildiğince az malzemeyle meselesini anlatmaya çalışır. Tıpkı bir mermerin içinde gizli olan mükemmel bir heykeli ortaya çıkarır gibi. Fakat anlatıya sirayet etmeyen bütünü düşünmek, okurun ve eleştirmenin sorumluluğundadır. Neyin eser olarak önümüze çıktığı kadar, neyin karşımıza çıkartılmak yerine ısrarla dışarıda bırakıldığı da eserle ilgili çok şey söyler. Odaklama ise en canlı versiyonunu sinemada gördüğümüz, kameranın konduğu yerdir. Sanatçının bakmamızı söylediği yerdir. İskender bütün heybetiyle gelip hayranı olduğu Diyojen’e “Dile benden ne dilersen” dediğinde Diyojen’in “Güneşimi kapatma!” demesini düşünün. İyi bir odaklama, her şeyin olağan geldiği bir sahneyi tepetakla etmektir. O yüzden evvela yazarın “Buraya bakın!” dediği yer hakkında konuşup, sonra neleri eserine katmadığı hakkında yazacağım.

Gökhan Yavuz Demir

Yazar kendi odağını böyle dile getiriyor kitabın sonlarına doğru: “Çavuş çok şaşırmıştı. En karakteristik özelliği de herhalde kimsenin garipsemediği durum ve sözlere karşı hep şaşırarak tepki vermesiydi.” Kitap; başından itibaren bize şaşırmayı unuttuğumuz gariplikleri sıralamaya başlıyor. En şaşırtıcısı da zamanla oynayışı. Kitapta bir yandan akıl almaz vakitler geçiyor, bir yandan da günümüz dünyasının portresinden uzaklaşılmıyor. Zaman sadece uzun sürmesiyle bükülmüyor. Bir ana karakter Çavuş’un çocukluğuna gidiyoruz, bir bugüne dönüyoruz; bazen Çavuş’un kabuslarına şahit oluyoruz, sonra seksen yıllık rutinlerini dinliyoruz. Zamanın göreceliğiyle oynayan bir kitap okuyacağımızı zannederken, bir anda Çavuş’un, babasının ve hatta dedesinin değişmeyen makus talihlerini öğreniyoruz ve anlıyoruz ki, zamana anlamını yitirten şey bu ülkenin ta kendisi. Günümüz sinemasının Nolancı, lineer olmayan zamanla kurduğu “entelektüel bir oyun olarak zaman”la karşı karşıya değiliz. Her şeyi sürekli değişirken hiçbir şeyi asla değişmeyen Türkiye’nin hikâyesini dinliyoruz. Lineer zaman, değerini Çavuş gibilerin fasit dairesinin hikâyesini anlatamayacağı için yitiriyor.

Örneğin bu kitapta Hacı Ağa geri dönüyor. Belki de son kez Vizontele’de karşımıza çıkmıştı Hacı ile Ağa. Orada bu rolleri imamla sinemacı Latif paylaşıyordu. Yeşilçam’da ve Türk edebiyatında ise bir yığın örneği vardı bu köylüye ağanın ihtiyaçlarına uygun fetvalar uyduran tiplemenin. Hep de iki karakter olurdu bu kişiler. Hacı/hoca camisindeydi, ağa/patron işyerinde. Bu bitirim ikili nicedir unutulmuştu. Hacıların Mercedes’e bindiği, ağaların herkesten büyük hoca olduğu akışkanlık çağında artık iki ayrı karaktere ihtiyaç duymamış belli ki yazar. Hacı Ağa tek bir canavar ve her zamankinden daha güçlü. Çarşının orta yerinde veresiye defterini amel defteri gibi sallıyor. Yeşil kapitalizm mahallenin orta yerine geliyor ve sesi herkesten de güçlü çıkıyor. Çavuş’a borcunu soruyor. Esasında Çavuş’un varoluşunun, orman kanunlarına dahil olmayışının, zarafetinin hesabını soruyor. “Bu toplumda yaşamaya ne hakkın var?” der gibi. Vergisini de alıyor. Varlığının vergisini…

Toplumun diğer yerli olmayan unsurları temizlendiğinden beri yeni düşmanları tek tek icat ediliyor. Hacı Ağa bu sefer Çavuş gibileri bellemiş bu pozisyon için. Çavuş’tan önce babasını, ondan önce de dedesini düşman etmişti. O yüzden Refik Çavuş kendi adıyla, kazandığı unvanlarıyla değil, dedesinin lakabıyla çağrılıyor. Refik önce adını kaybediyor. Ve dedesinin lakabında makus talihiyle tanışıyor. Türkiye’de bir an olsun değişme umudunu taşımış sülaleler, çocuklarına bir umudu kültürel sermaye olarak bırakıyorlar ve çocukları da aynı savaşları kaybedip duruyorlar. Zamanın akmaktan ziyade dönüp durduğu bir yurdun içindeki “dışarıdakiler” oluyorlar. Yerli olmayanlar. Yersizler. Hacı Ağalara yerli olduklarını hatırlatacak yersizler. O yüzden belki de Gökhan Yavuz Demir’in ilk kitabından “yersiz edebiyat” diye bahsetmek yerinde olacak.

Bir tek Hacı Ağa olsa yine iyi… Bir de sokak köpekleri için koyulmuş bir tas suyu deviren suratsız komşular var. Tıpkı kendi halinde duran bir kardan adama uçan tekme atan çocuklar olduğu gibi. Bir avuç yersiz yurtsuz insana, hayvanlardan başka sevecek canlı bırakmamış tuzu kuru kalabalık, hayvanları sevmeye karar vermiş olanların huzurunu kaçırmak için pusuda bekliyor. Eş ya da dost, sekreter ya da memur, kitaplar ya da yemekler. Hepsi zamanın akmayı bırakmasıyla birlikte anlamını kaybetmiş.

Yazar, bu toplumda baş aşağı duran Feyerabend’in Vakit Öldürmek metaforunu ayakları üstüne koyup Öldürmeyen Vakit yapıyor. Hem öldürmeyen hem de yaşatmayan bir vakit icat ediyor. Velhasıl yazar odak noktasına akmayan bir zamanı alıyor. Eksilttiği şey ise bir saatin akrebi ve yelkovanı. Batının mühendislik harikası icadı modern saatten mekaniğini çıkardığınızda, elinizde sadece akması gerektiğine inandığınız ama fasit bir daireden daha fazlası olmayan bir tahta parçası kalıyor. Tarihin motorlarının çalındığı bir coğrafyada ne ilerleyebiliyor ne geri gidebiliyorsunuz.

Hiçbir şeyden umudu kalmamış ama umutluymuşçasına yaptığı rutinlerden de vazgeçememiş bir yaşamöyküsü Çavuş’unki. Çavuş’u her gün dışarı atan şey nedir diye merak ediyor insan. Belki karısından kaçmak, belki de belli belirsiz bir umut kırıntısı onu dışarı atıyor. Yazar bu soruyu uzun süre cevaplamıyor. Ta ki eski köpeği Bolivar’ı yâd edene kadar. O zaman anlıyoruz ki, Çavuş başkalarının vicdanında kalmış birazcık acıma duygusu varsa, onu canlandırmak istiyor. Her gün başkalarının pencerelerinin önünden geçiyor. Belki birisi görmemekten vazgeçer diye. Kamusal alandan itilen yersiz Çavuş, gelip kendisini savunacak bir Pardayan’ı ya da Don Quijote’yi kışkırtmak istiyor. Çavuş kurtarılmayı beklemiyor. Kendisi için de hiçbir şey beklemiyor. Çavuş, toplum kendi kendisini kurtarsın diye toplumun orta yerinde duruyor. Ölemiyor. Ölse kahraman olur, heykeli dikilir, gururla anılır belki. Bir gelenek diye anlatılır, adına şiirler, şarkılar yazılır. Oysa Çavuş ısrarla, topluma vicdan azabı olsun diye yaşıyor. Halbuki onun farkına sadece düşmanları ve köpek dostları varabiliyor. Görmezden gelmeyi seçenler için ise “Geriye kalan tek çıkar yol, Çavuş’u kendi yalnızlığına mahkûm edip unutmak” oluyor.

Çavuş hayatı boyunca kitaplarla ve onların içeriğiyle iletişim kurarken, işsiz kaldıktan sonra kitapları yeniden maddi değerleriyle tanımaya başlıyor. Bir yandan da kendini kitapların maddi değerinin, manevi değeriyle artacağına ikna etmeye çalışıyor. Kendi entelektüel birikiminin bir toptancısına dönüşmüş. Kitaplarını bir meta olarak yeniden tanımakta zorlanıyor. Sürekli bir değerden bahsediyor. Kimseye söylemeye cesareti de yok. Kitapların değerlerini kendisine anlatıyor, başkasına bunları anlatmayı göze alamıyor. Anlatsa, fikirleri sakıncalı bulunup sokak ortasında linç edilse rahatlayacak belki Çavuş. Halbuki fikirleri için onu linç edecek bir kalabalık bile bulamıyor.

Yazar öyle bir toplum gösteriyor ki bize, insanın fikirlerini cesurca dile getirmesinin kahramanlık olacağı bir toplumda yaşamanın bile lüks olduğunu anlıyoruz. Bu toplum sizi dedenizin adıyla çağırıp babanızın suçuyla yargılar ama sizi kendiniz olarak anlayıp yargılama hakkaniyetini bile göstermez. Sizinle ancak alay edebilirler. O yüzdendir ki Çavuş rüyalarında onu suçlayan kalabalıklar görüyor. Suçlanacak kadar anlaşılmayı Çavuş ancak rüyasında görebiliyor.

Çavuş hayatı öğrendiği kitaplarından bir türlü kopamıyor. Fanilasına sarıp işportaya çıkardığında dahi kitaplarını maddi değeriyle tanımaya ikna olamıyor. Belli belirsiz bir umut kırıntısıyla toplumun önünde kendisini sergilemeye devam ediyor. Ta ki finalde elindeki kitabın maddi ve manevi değerini aşıp, onu olduğu gibi, atomlarına kadar uzayda yer kaplayan bir kütle olarak tanıyana kadar. Edebiyata değil, sopaya ihtiyacı olan bir toplumla karşı karşıya olduğunu, Hacı Ağa’nın defterini kıvırıp yeniden münasip bir yerde kullanıma sokabileceğini ve eğer insanlar pencereden dışarı bakmıyorlarsa o pencereleri taşlamanın lüzumunu kavrıyor.

Eğer Gökhan Yavuz Demir içinde yaşadığı toplumu doğru tespit ediyorsa bu kitabı yazması son derece yersiz. Bu kitap, maddi olarak son derece hafif olması hasebiyle de edebi bir sopa olarak son derece işlevsiz. Ama şimdi bu kitap raflarda duruyor. Siz belki bu kitabın kapağını bir pencerenin arkasından göreceksiniz. Çavuş gibi Kesin Döneceksiniz de toplumun orta yerinde duracak. Onunla hemhal olup zamanı akıtmayı mı deneyeceğiz yoksa penceremizin arkasından onu izleyecek miyiz, bu bize kalmış. Yazarın Feyerabend’e takla attırması gibi, ben de Wittgenstein’ı tersine çevirerek Kesin Döneceksiniz’i okumanızı öneririm. Wittgenstein “Hakkında konuşamayacağımız şeyler konusunda susmalıyız” demişti. Belki de artık Çavuş’tan ders alıp hakkında susabileceğimiz şeyler konusunda konuşmalıyız.