Kayıp Tanrılar Ülkesi’nin düşündürdükleri

Kayıp-Tanrılar-Ülkesi

Kayıp Tanrılar Ülkesi

AHMET ÜMİT

YKY Haziran 2021 504 s.

"Çoğu roman birçok açıdan okunmaya uygundur ama benim için polisiye romanın amacı okuma değil, heyecandır. Boşuna ‘kaçış edebiyatı’ dememişler polisiyeye. Dünyanın bugünkü durumunda polisiyeden başka nereye kaçacağım ki? Ahmet Ümit dünyanın halini unutmamıza olanak vermese de..."

ORÇUN ÜÇER

Baba, baba, beni neden terk ettin?
(Davud/İsa)

Polisiye romanlar edebiyattan sayılır mı? Yüce Kanon bu edebiyata burun kıvırmayı bıraktı mı? Bu sorular sorulmuyor artık sanırım. Edebiyattan kasıt ağdalı cümleler ya da ruhsal çözümlemelerse, Agatha Christie’nin Beş Küçük Domuzcuk’unda, Georges Simenon’un Bella’nın Ölümü’nde, Patricia Highsmith’inRipley dizisinde (özellikle Ripley Yeraltında’sında), Jo Nesbo’nun Oğul’unda ‘edebiyat’ var ama: Edebiyat var, edebiyat var...

Polisiye diriliktir benim için. Bundan haldır huldur koşuşturmaca, alt alta üst üste tepişmece anlaşılmasın. Bir ruhsal durumun neredeyse olaysız işlenmesi de bu diriliği sağlar. Okuduklarım içinde buna en uygun roman, Simenon’un Bella’nın Ölümü’dür. ‘Suçluyu yargılamak değil anlamak’ ilkesine bağlı kalan Simenon ‘anlama’yı zirveye çıkarmıştır bu romanında. Romandaki herkesin katil olarak şüphelendiği Spencer Ashby’nin tedirgin, giderek tekinsiz ruh hali üzerinde o kadar çok durmuş ki, Simenon’a alışkın olmayanlar polisiye değil de psikolojik roman okuduklarını düşünebilirler. Bence iyi bir gerilim polisiyesi yazmış Simenon. Karakterin tedirginliğini öyle canlı betimler ki, o noktadan sonra ortada katilin ve maktulün olup olmaması bile –polisiye olmasına karşın– önemini yitirir. (Romanın güzelliğinde ve neredeyse –Henry James’gil– tekinsiz anlatıcılığında, Bella’nın Ölümü’nün Türkçe çevirmeninin katkısı az buz değildir. O çevirmen Bilge Karasu’yken başka nasıl olabilirdi ki zaten!)

Öyleyse benim polisiyelerdeki ‘edebiyatla’ alıp veremediğim ne? Ben edebiyata değil, ‘edebiyat yapılmasına’ gelemiyorum. Belli uyumda –ya da o uyumun uygun çeşitlemelerinde– süregiden, romana uygunsuz ‘edebi cümleler’ girdiğinde yanlış notaya basılmış gibi irkiliyorum. O cümleler o romana yanlışlıkla girmiş gibi geliyor bana. O yüzden oraları atlayarak okuyor, yazarın öldürdüğü diriliğimi yakalamaya çalışıyorum.

Bunca lafı önce Ahmet Ümit’e, sonra da yeni romanı Kayıp Tanrılar Ülkesi’nin düşündürdüklerine gelebilmek için ettim.

Ahmet Ümit yaklaşma-kaçınma çatışmasıyla yaklaştığım (bu demektir ki kimi kez kaçındığım) yazarlardan. Yaklaşımımda doğal olarak okuru diri tutan kurguları, kaçınmamdaysa o diriliği bıçak gibi kesen ‘edebiyat yapma’ çabası var. Bir de kimi romanlarını ansiklopedi sayfasına döndürecek kadar bilgi yığması... (Elveda Güzel Vatanım, bu yüzden okuyamadığım romanlarından örneğin.) “Bu bilgiler roman için araç işlevi görür” denebilir ama ben okur olarak ortada bunca alet edevatın olmasını sevmiyorum. “Her okur anlatılan konuyu (daha doğrusu konuyu oluşturan araçları) bilmeyebilir” denecekse, polisiyede ‘edebiyata’ bunca yer veriliyorsa, ‘edebiyat söylenmeyenden söyleneni çıkarma sanatıdır’ı anımsatmak isterim. Şu ‘edebiyat yapma’yla ne demek istiyorsun denebilir. Kayıp Tanrılar Ülkesi’nden bir cümleyle örnekleyeyim: “Kartonpiyerlerin arkasına yerleştirilen lambalardan biri ömrünün tükendiğini kendi lisanınca ilan ediyordu.” (s. 392)

Derdimi döktükten sonra, iki gün boyunca zevkle okuduğum Kayıp Tanrılar Ülkesi için (ya da bu güzel roman dolasıyla) birkaç söz söylemek istiyorum. Çoğu roman birçok açıdan okunmaya uygundur ama benim için polisiye romanın amacı okuma değil, heyecandır. Boşuna ‘kaçış edebiyatı’ dememişler polisiyeye. Dünyanın bugünkü durumunda polisiyeden başka nereye kaçacağım ki? Ahmet Ümit dünyanın halini unutmamıza olanak vermese de... (Bu yazı kişisel durumumdan ötürü ‘kaçamadığımın’ kanıtı da olabilir.)

Mitolojinin her derde deva olarak birçok okuma biçimine olanaklı olmasının kanıtıdır bu roman. Hababam mecaz, metafor üretmekten belimiz büküldü ama doğruya doğru: Buna mitolojiden daha elverişli ne var? (Bu mitleri yaratanların niyetleri büyük olasılıkla böyle olmasa da…) Ben de bu polisiye romanı baba-oğul/erk-erk/erkek-erkek ilişkisi açısından okudum. Romanı okuyanlar için bu okuma sır ya da sürpriz olmayacak elbette. Ahmet Ümit de ırkçılıktan yabancı düşmanlığına, siyasetten kültür politikalarına, yanlış evliliklerden eşcinselliğe birden çok sorunla ördüğü romanının merkezine, belki de tüm bu sorunların kaynağı diye gördüğü erk(ek), yani o başsız-sonsuz baba-oğul çatışmasını koymuş bence. “Babasız çocuklar tanrıya sığınırdı ama o tanrı olmayı seçti” epigrafıyla (s. 5) romanı açmak da bunu gösteriyor. Sonradan romanda şöyle bir görünüp yitecek Nevzat’ın sözüdür bu. (s. 473) “Baba olmayı beceremeyenler, tanrı olmayı da beceremezler” (s. 205) efelenmesi (ki gerçek de olabilir bu), Freud’u anımsatan “Babasının gölgesinde yaşayan çocuklar asla büyüyemezler” (s. 482) sözüne (ki bu daha gerçek bence), an gelir, kimileri için “Ben buyum işte. ... Babalık yapmayı bilmeyen babasını Tartaros’a gönderen ... Zeus”a ulanır. (s. 496). Freud, “Her oğul babasını devirmeye çalışacaktır ama ne çare ki onlar da baba olacaktır” demişti. Biz oğulların biyolojik babamızdan devlete, hatta dünyanın babasına varasıya her türden babalarla savaşımız ve ara yerde de baba olmaya çabalamamız size de mitolojik öyküler gibi inanılmaz, gülünç ama hepsinden öte korkunç gelmiyor mu? Ben bu babayı arama-‘babayı alma’-babadan kurtulma-babanın yerine geçme döngüsünü, başına “Babalar:” koymak üzre, Ahmet Cemal’in o güzelim kitabının güzelim adıyla açıklayabiliyorum kendime: Bizi Yaşatanlar ve Öldürenler!

Ekonomik zorluklarla Almanya’ya göçen, yani kendi (devlet) babasından başka babaya sığınan Ölmez ailesinin çocukları ve bir zamanlar çocuk olmuş babaları (ki, erkekleri ve erkekliği bu ikisinin belirlediğini düşünürüm) birbirlerini yaşatır ve öldürürler. Aynı nedenden: Yaşamı veren de, alan da babadır/tanrıdır. (“Sizi yok edecek olan sizi yaratandır!” - s. 338) Babalar romanda olduğu gibi megalomaninin uç noktası grandiyöz paranoyanın etkisiyle kendilerini Uranos, Kronos, Zeus gibi tanrı sansalar da, buna tövbe estağfirullah çekseler de tanrı olduklarını bilirler. Bu bilgidir babayı baba, erkeği erkek yapan. ‘Bu bilgidir’ yerine ‘bu yanılsamadır’ da diyebilirim, daha yerinde de olabilir bu; ama bilgi dediklerimizin ne kadarı yanılsama ve yanılsama dediklerimizin ne kadarı bizi ayakta tutuyor? Yanılsama benim gerçeğim olabilir. Bu yanılsamalar, tıpkı baba-oğul çatışması gibi büyük çatışmalara, hatta Kayıp Tanrılar Ülkesi’nde olduğunca cinayetlere varabilir. Yine de gerçektir bu yanılsamalar – benim gerçeğim...

Babayla çatışma asaldır, yolları ayırır. Gerçi deşildiğinde o yolların da aynı yere çıktığı görülebilir: Yasaları çiğnemek! Tanrıların olduğu gibi küçük-tanrı (ya da tanrıların replikası) ‘babanın yasası’nın da hikmetinden sual olunmaz. Çoğu kez kendi koymaz yasayı baba zaten; babalarının koyduğu yasalara uyar(ız). Oğullar olarak mırın-kırın ederiz ama bu her zaman devrimciliğimizden ileri gelmez; ‘kanun benim’ demek ve yasayı sürdürmek içindir çırpınmalarımız. Baba bizi görmezden geldiyse ya da dışladıysa intikamımız çoğunlukla acı olacaktır. Ne çare ki Freud’un dediği her seferinde karayaz(g)ı gibi yinelenir: Oğullar da baba olacaktır! Devirdiğimiz ya da altında ezildiğimiz babayla mücadelemiz, trajikomik biçimde, ‘o olmak’ için değil midir? Jo Nesbo’nun Oğul romanında gerçeği bilmeden babasına bilenen, küsen oğul gerçeği öğrendiğinde babanın intikamını almaya çalışır ki, babanın yasası oğul eliyle yerine gele!

Attilâ İlhan “An Gelir” şiirinde şarabın gazabından kork/çünkü fena kırmızıdır diyor. Romanda Zeus da oğlu Dionysos’un savaşkanlığı için “şarabın gazabından korkmak lazımmış” (s. 492) diye Attilâ İlhan’ı ‘doğruluyor’. Genelde Kayıp Tanrılar Ülkesi, özelde de bu romanın yeniden anımsattığı benim ‘derin meselem’ için bu dizeleri/cümleyi şuraya oturtuyorum: Babanın yasasından kork, çünkü fena kanlıdır! (Sonra da ekliyor, çünkü biliyorum: Korkunun ecele faydası olmayacak; akıbet, başa gelecek!)

Kayıp Tanrılar Ülkesi bana bunları düşündürdü. Bu demek değildir ki roman yalnızca bir kötü kaderin, trajik bir saplantının uygulamasıdır. Başta söylediğim Ahmet Ümit romanlarına itirazlarımın yok denecek kadar az olduğu, iyi bir polisiye roman Kayıp Tanrılar Ülkesi. Benim için bu roman yüzyıllar önce İsa’nın (ondan çok önce de Mezmurlar ağıtçısının) dile getirdiği “Baba baba, beni neden terk ettin?” çığlığının talihsiz peri Eco’nun sesinden susmamacasına yankılanmasıdır. Bunda Baba’yla ve babalıkla bitip-tükenmeyecek meselemin etkisi var. Hayır, takıntımdan söz etmiyorum. Nelerden nelerden sonra bu da bir okuma biçimi oldu bende. Saplantı değil, bakış (ya da saplantının sanatın kılığına bürünmesi).

İyi bir polisiye Kayıp Tanrılar Ülkesi.

Not: Roman için kimi okurların yorumlarını okudum internette. Kurgudaki mantıksızlıktan, başta Yıldız olmak üzere polislerin neden –üstelik daha mantıklıyken– şu yolu değil de ötekini izlediğinden söz edilmiş. Bunlarla çok ilgilenmiyorum ben. Birincisi, insan salt mantık, akıl olmadığından, ikincisi de yukarıda söylediğim nedenlerle polisiye roman anlayışımdan.

Mitolojiyi, hele ki Yunan mitolojisini çok sevmemin de bu romanı beğenmemde payı olabilir mi? Olabilir ama şu itirazımla: Sonradan katilin kaleminden çıktığını öğreneceğimiz, Zeus’un dilinden yazılmış on iki (ya ne olacaktı?) ‘mektup’, başta sözünü ettiğim ansiklopedik yığına boğmuş romanı. Herkesin Yunan mitolojisini ayrıntısıyla bilmesi doğal değildir elbette ama yazarın her okurun ‘imdadına yetişmesi’ de doğal değil bence. Roman bir dünyadır ve o dünyada boşluğa yer olmamalıdır diye yüzyıllar öncesinden seslenecek var mıdır bilmiyorum; ama ‘o dünyanın’ nicedir olmadığı ‘cümlenin malumudur’. Severek okuduğum Kayıp Tanrılar Ülkesi’nde, katilin kimliği için –birkaç yerde açık vererek ama– gerekli olan Zeus’un, hiç değilse o kadar ayrıntılı biçimde –bir zamanlar babası Kronos’un onu yuttuğu gibi– ana metni yutmasına gerek yoktu bence.