Katı Olmayan Şeyler'in katılığı

Katı-Olmayan-Şeyler

Katı Olmayan Şeyler

NİLÜFER ALTUNKAYA

İthaki Yayınları 2021 80 s.

"Altunkaya öykülerinde, ilk bakışta huzurumuzu kaçırıyor. ‘Öteki’ hayatları keşfederken kendi konforumuzun karşı karşıya olduğu tehlikenin farkına varıyoruz. Bir de katı olmayan şeylerin katılığının farkına. Tabii bu farkı yaratan yazarın sade ve temiz bir dille, imge sağanağına yakalanmadan üstlendiği anlatıcılık rolü. Kaldı ki bu rolü öykü kahramanlarıyla da paylaşıyor."

ALTAY ÖMER ERDOĞAN

2000’li yıllarda Türkçede öykü iki büyük kırılmaya uğradı; ilki öykü anlatma tekniğinde, ikincisi benlik kavramındaki değişim. Olaydan duruma geçiş, öykü dergilerinin ve yayınevlerinin öncülüğünde (özellikle dergilerden Adam Öykü ve Notos, yayınevlerinden Can, YKY ve Sel) yeni bir öykü dilinin öne çıkması, Raymond Carver’ın keşfi, genç kuşağın kendi enerjisini bu alana taşıması gibi pek çok etmen teknik kısmı oluşturuyordu. Bana kalırsa bu kırılmanın felsefi arka planını benlik kavramındaki değişim oluşturdu. Ülkenin yaşadığı toplumsal değişime koşut olarak anonim bir kitlenin sıradan bir parçası olmaktan kimlikler aracılığıyla başlatılan kurtulma çabaları, toplumsalın ağırlığında gölgede kalmış bireylikleri de harekete geçirdi. Bu hareketten yeni felsefeler türemesi ne kadar kaçınılmazsa, yeni bir dilin türemesi de o kadar kaçınılmazdı. Sabahattin Ali ile Sait Faik olmak üzere iki koldan tanımlanan öykücülük anlayışlarına birbirine benzemez genç pratikler eklenince, toplumsalın ağırlığındaki “ne yazdığın değil onu nasıl yazdığın” önem kazanmaya başladı. Her ne kadar olumsuz uç örnekler olsa da dili kullanma, dili deneyimleme, dille oynama, dili eksiltme gibi edimlerle farklılaşan öykü anlatıcılığı, hem öykünün çağın yaşadığı değişime ayak uydurmasını sağladı hem de ona itibar kazandırdı.

Bu süreçte kadın öykücülerin niceliğinde olduğu kadar niteliğinde de önemli bir artış oldu. Benim yine öykücülüğümüzde bir kırılma olarak gördüğüm Nursel Duruel’in Geyikler, Annem ve Almanya adlı öykü toplamı ile kadınlık durumlarına eğilen İnci Aral’ın Ağda Zamanı adlı öykü toplamının kadın öykücülerin hak ettikleri yeri kazanmalarına öncülük ettiği kanısındayım. Kadın öykücülerin yalnızca kadını edebileştirmekle kalmayıp bir öykü dili geliştirdiklerini de söylemeliyiz. Kaldı ki artık kadın yazarlar yalnızca kendilerine dair yazmıyorlar. Susan Sontag kadın-erkek yazar fark etmeksizin günümüzde yazmanın işlevini sorguladığı kışkırtıcı bir denemesinde şunları söylüyordu:

“Bugünlerde herkes yazmayı bir tür kendine bakma ya da kendini ifade etme biçimi olarak görmek istiyor. Artık otantik anlamda diğerkâm hissetmeye kabil olmadığımız varsayımıyla, yalnızca kendimize dair yazabileceğimize inanılıyor. Ama bu doğru değil. William-Trevor otobiyografik olmayan imgelemin cüretkârlığından söz eder. Neden kendini ifade etmek için yazdığın gibi kendinden kaçmak için de yazmayasın?”

Kendimizden, kendi gerçekliğimizden kaçmak için yazmak…

Böylesi bir girişime Nilüfer Altunkaya’nın Katı Olmayan Şeyler adlı öykü toplamını okurken rastladım. Bilginin yüklediği ağırlıktan kurtulabilmek için vicdana ne kadar yer açabiliyoruz hayatlarımızda? ‘Öteki’ hayatlar üzerinden arayarak ulaştığımız yanıt katlanılmaz derecede katıysa, yazmak bunu hissetmeyenlere karşı bir silah işlevi üstlenmiyor mu?

“Vicdanı çok rahat olanların, huzur içinde yaşayıp ölmelerine, ne pahasına olursa olsun, engel olmak gerekir”

diye yazıyor Cioran. Altunkaya öykülerinde, ilk bakışta huzurumuzu kaçırıyor. ‘Öteki’ hayatları keşfederken kendi konforumuzun karşı karşıya olduğu tehlikenin farkına varıyoruz. Bir de katı olmayan şeylerin katılığının farkına. Tabii bu farkı yaratan yazarın sade ve temiz bir dille, imge sağanağına yakalanmadan üstlendiği anlatıcılık rolü. Kaldı ki bu rolü öykü kahramanlarıyla da paylaşıyor. “Ben anlatıcı” kimi öykülerde erkek, kimi öykülerde kadın. Üçüncü tekil şahıs anlatıcılığa soyunduğu öykülerinde ise geleneksel olanın aksine, yaşanmış, yaşanan, yaşanacak olan her şeyi bilen, gören, duyan konumunda değil. Sonuç olarak durum ile okur arasında yalnızca aracılık görevi üstleniyor. Yani bir bakıma kendi vicdani boyutunu okuruna dayatmıyor ya da vicdani rahatsızlığı onların adına üstlenmiyor. Süssüz ve yargısız, ama anlama yürüyen bir öykü dili, bir üslup. Aslında tüm bunlara okurun evrimini de eklemek gerek. Altunkaya öykü okurunun geldiği düzeyi de gözetiyor.

Nilüfer Altunkaya

Öykülere mekân olan yoksullukla özdeşleşmiş evler, o evlerden yükselen sesler, o evlerin kokuları, o evlerdeki eşyalar, aksesuarlar, nesneler, yazarın mekâna özel bir ilgi atfetmemesine rağmen durum ile kurulan okur ilişkisinde kendilerini hissettiriyorlar. Bir öykü mültecilerin yersiz yurtsuzluğundan dem vururken, bir öyküde de mekân, savunma refleksi olarak düşmanlarına karşı toplu yaşamayı yeğlemiş muhaliflerin kurmaya çalıştığı alternatif hayatın yaşandığı siteler olarak karşımıza çıkıyor. Öykülerin zaman boyutunda ise modernleşmenin erken ve nihai acılarını barındıran yakın geçmiş yatıyor. Yazar, öykülerini kendi gerçeklikleri içinde kurgularken etki dozunu artırmak için abartıya gitmediği gibi eksilttiği yerlerde, okurun kendi payını da eklediği, daha yoğun ve derinlikli bir etki bırakıyor belleklerde. Çoğu önemsenmemiş, unutulmuş gitmiş, bastırılmış, kıstırılmış, ölüleriyle birlikte gömülmüş hayat kırıntılarından büyük bir sofra kuruyor önümüze. Ruhumuzu doyurmaya yeter mi bilinmez ama, bu sofradan farklı tatlar alarak kalktığımız kuşku götürmez.

Nilüfer Altunkaya’nın öykü kahramanları sanki doğuştan yaralı gibiler. İçine doğdukları toplumsal yapı, sınıfsal konumları ve kendilerine kader diye ezberletilmiş hayatları dolayısıyla özneliklerini yitirmiş bu kahramanlar, olabildiğince yalnız ve çaresizler. Hatta bazılarının tek özgürlükleri yalnızlıkları. Var olmanın ataletinde yitip gitmeyi göze alarak büyüyen hayalleri var. Tam da bu noktada masumiyetleri, çaresizliğin dilinden aktarılıyor okura. Aslında ötekileşmemişler, zaten ötekiler. Ne kadar görünmez olmayı isteseler de zaten görünmezler, yazarın söylemiyle gölge gibiler; “Tek bir kişi olmaya çalışan ruhumdaki kalabalığın gölgesi.” Sanki her biri gelmeyecek bir sabahı bekliyor. Altunkaya, kahramanlarının geçmişten getirdikleriyle gelecek hayalleri arasında sıkışmış hayatları anlatıyor bu kısa, ama uzun, upuzun “ah”lar içeren öykülerinde. Özlenen hayatlar için yeni başlangıçlar yeni yıkımlar olarak perde açıyor hakikatin kucağında. Hayatın defolarına çalışıyor yazar, öykü kahramanlarının ‘kader’ ya da ‘baht’ olarak adlandırdığı yerden. Bir sona ya da sonuca ulaşmak için değil hem de, umut payı olarak “Acaba?”yı okura bırakıyor. Buharlaşan bir katılık hali hâkim bütün öykülerinde. Fizikte süblimleşme diye nitelenen bu faz değişimi, öykü kahramanlarının içinde olduğu ruh hallerini açıkladığı kadar kendi kaderlerini öykünün kaderiyle birleştirmelerine de aracılık ediyor.

Katı Olmayan Şeyler’de yer alan her öykü farklı anlam katmanlarına, farklı derinliklere sahip olsa da, her birinde insanı kendi hayat pratiğiyle yüzleşmeye çağıran bir etki var. Kim bilir, şöyle de okuyabiliriz; her birinde insanı kendi hayat pratiğiyle yüzleşmeye çağıran bir tepki var. Benim gibi ayrıcalıklı sınıfa mensup olmayan, yoksul taşra hayatından gelen okur için öyküler hayata bağlandığımız değil, ondan koptuğumuz sekanslar içeriyor. Bu sekansların bizi hayata ve mücadeleye bağlama ihtimalini de canlı tutan Altunkaya, belki de yalnızca bu yüzden öykülerin sonlarını bize, tahayyülümüze bırakıyor. İç sızlatan bir öykü ile açıyor loş bir karanlıkta defterini yazar, kitaba adını veren öyküyle. Çöp atmanın ne büyük bir özgürlük alanı tesis edebildiği hayatlar olduğuna tanıklık ediyoruz. Herkesin bir Özlem Ablası olmasına. Bir de zirvede buluşma şansı olmayanların dipte, diplerde kurdukları hayatlarında ötelenmiş, örselenmiş, kanayan mutluluklar edinebileceklerine. En ‘insan’ hallerine türlü uzaklıklar icat ettiğimiz insanların küçük dünyalarının bizim büyük dünyamızdan alacağı öçler ne kadar da birikmiş, ona da tanık oluyoruz.

Bu tanıklıkların pek işe yaramadığını anlamak için Julio Cortazar’ın “Başı olmayan, ortadan başlayan ve dış hatları kesinleşmeden başka bir sisin kıyısında dağılarak kesilen bir şeyin nasıl bitebileceğini kim bilebilir ki?” sorusunu epigraf edinen “Bir Isırık Daha” adındaki öyküyü okumak yetecektir sanırım. Pandemi dolayısıyla normal hayatın rafa kalktığı, sosyal izolasyonun insanın dışarısıyla ve doğayla bağlantısını sonlandırma noktasına geldiği, hayvanların şehirleri istila ettiği günlerde bizi ölümden kurtaran korkularımızın bizi öldürmekten beter ettiğini de hesaba katarsak, açıkça söyleyebiliriz ki insan geçmişi olmadan da yaşayabiliyormuş, nasıl ki bir geleceği olmadığında yaşayabiliyor... Ama ablasının adını taşıyan öyküde “Artık yeterince yaşamış olduğumu düşünüyorum” sözleri ağzından dökülen Meryem’in kız kardeşi gibi dünyanın yükünü çekenlerden değilse, “Kardeş Payı” öyküsünün kahramanı gibi içinde kardeşinin bulunduğu bebek arabasını yokuş aşağı bırakarak vicdan yükümüzü de biraz artırıyor. “Dijivar’ın Ağlaması” adlı öyküde bir bot ile hayallerine yolculuk eden mülteci Emine’nin çocuğu Dijivar’ı soğuk suların kucağına bırakmasındaki gibi dil, din, ırk fark etmeksizin çaresizliğin ve acının kardeş oluşlarını da söküyoruz benzerliklerimizden. Her eylemimizi mutlulukla ilişkilendirmeye kalktığımızda bunca mutsuzluğun kaynağına donanımımız ne kadar sağlam olursa olsun inemiyoruz. Altunkaya’nın öykü kahramanlarının önemli bir bölümü mutsuz evliliklerin öznesi kadınlar. Kendilerine ait birer odalarının olması bile mutlu olmalarına yetmiyor. Odlarından dışarıya, hayata taşmak isteyen kadınlar bunlar. Böyle bir okumaya da sürükleyebiliyor okurunu Altunkaya, ama en çok çocuk anlatıcının saf, masum bakış açısına kilitliyor.

Toplumsal çalkantıların, ekonomik sıkıntıların, yozlaşmanın, savaşın ve göçlerin, kapitalizmin pençesindeki yığınların oluşturduğu büyük tablodan küçük hayatların öykülerini süzen yazar, aslına bakılırsa saydamlığın tarihin hiçbir sahnesinde bugün olduğu kadar puslanmadığını da anlatıyor bir bakıma. O yüzden küçük hayatların aktarıldığı öykülerdeki büyük ölçek okurun hep dikkatinde. Bir öykü kahramanının söylemiyle “tuhaf paradokslar içinde” akıp giden hayata dokunabilmemizi sağlıyor. Hayat ile hayal arasındaki uçucu sınır kimi öykülerde metin ile alt metin arasında köprü işlevi görürken, kimi de mutluluğa giden yoldaki engel, duygularımızla düşüncelerimiz arasındaki sert duvar oluyor. “Baykuşun Çağrısı” adlı öyküde ise her ikisi birden. Yazar baykuşla yüz yüze geldiğinde, “Gözlerinin derinliklerine bakarken doğanın kendini sözcük kullanmadan anlatışının ne kadar muhteşem olduğunu, insanın yarattığı dillerin bu duygu karşısında ne kadar yetersiz kaldığını” düşündüğünde sözcük ekonomisine dayanan bir üslubun da tarifini vermiş oluyor. Gerçekten de Altunkaya’nın öyküleri öykü kahramanlarının suskunluklarına rağmen öykü kahramanları hakkında ne çok şey anlatıyor! Öykülerin sinematografik öğeler taşıdığına da değinerek bu planda gri tonun yoğun olduğunu belirtmek isterim. Üzerinden duyguları katmanlaştıracak ne kadar çok zaman geçmiş olursa olsun, hep yakın bir geçmişi anlatır gibi anlatıyor. Ne kadar farklı yerler olursa olsun, hep tanıdık bir mekânı anlatır gibi anlattığı için. İşte ben bu zaman-mekân bağlamında en çok “Hemzemin Geçit” adlı öyküyü sevdim. Neden mi? Çünkü hepimiz aynı cehennemin içindeyiz. Ve belki sizin babanızı da hemzemin geçidin orda vurdular.

Belki diyorum, çünkü hayatın sonsuz olasılığında iyi şeylerin bizi bulması ne kadar olasıysa, kötü şeylerin bizi bulması da aynı oranda olası. “Belki”, Altunkaya’nın öykülerinde kendini en çok çağrıştıran sözcük bana göre. Bu, tesadüfi oluştan öte bir anlam bütünlüğüne kapı aralıyor öykülerde. Olağan akışta, içine girdikleri kabın şeklini alan maddeler gibi içine girdikleri durumların şeklini alan ruhlara rastlıyoruz. “Maske-siz” adlı öyküde, Uzakdoğu işi maskeden transfer bir kâbus ile uyandıktan sonra iç içe geçen hayat ile hayalin gücünden kendi gücümüz oranında pay çıkarmaya çalışıyoruz. Çıkaracağımız payın bizi ne kadar insan kılacağını bilmeden hem de. Fani oluşun eklediği eksiklik hissi ile her an her şeye hazır olma içgüdüsünün gölgesinde yaşanan hayatların doğum günü pastasından eşit pay almadıkları bu kadar aşikârken. Gerçek hayatta olduğu gibi bu öykülerde de eşitliğin hayatta değil, ölümde olduğunu okuyoruz. Ya öldürdüklerimiz? “Sadece gittikçe şiddetlenen bir uğultudan ibarettiler.”

Katı Olmayan Şeyler’de yer alan öykülerden “Öykünün Sonu” adlı öykü, “Keşke herkes kendi öyküsünün sonunu yazabilse” diye iç geçirtse de okura; hayatın önümüze koyduklarıyla yüzleşmede kurgunun önümüze koyduklarıyla yüzleşmedeki kadar şanslı olmadığımızı da anımsatıyor bir kez daha, belki pek kez daha. Özellikle kadına yönelik şiddete ve kadın cinayetlerine karşı günbegün yaşadığımız çaresizliği toplumsal sahneden niçin indiremediğimize hayıflanıyoruz. Bu öykü bana kurgusal yanıyla Beckett’in Oyun Sonu adıyla Türkçeye kazandırılmış tek perdelik oyununu çağrıştırdı. Yaşadığımız boşluğu madde olarak doldurmamıza rağmen ruhen ne kadar boş bıraktığımızı da… Bu boşlukta yılgınlığın, hırsın, yabancılaşmanın payını sorgulamaya, yaşadığımız günlerin sosyolojisini irdelemeye başladığımızda, kitapta yer alan öykülerden bir diğeri, “Çemberin İçi”, yüzümüze tutmamız için ellerimize birer ayna verilmiş hissi uyandırıyor. Buradan Marx’ın “İnsanların maddi yaşam koşullarını belirleyen onların bilinçleri değil, bu maddi koşullar onların bilinçlerini belirler” sözüne ne kadar hak versek de, belki bu kurgusal metnin içinden geçtiğimiz günlere yakınlığından, belki de umudumuzun giderek tükenmesinden bilincin belirleyici olduğu bir hayat kesitine kayıyor gözlerimiz. Ama izole olarak değil, kendimizi kendimize anlatarak değil, kendimize patlayarak hiç değil, insanca yaşamayı, güzelliklerden hak ettiğimiz kadar pay almayı, nobranlığa karşı cesur olmayı lüks saymayarak sonu güzel biten öykülerde buluşabiliriz. Bunu bize anımsattığı için Nilüfer Altunkaya’ya müteşekkiriz.

•