“İşte ikbal ve idam bu kadar yakındır birbirine…”

Kaplanın-Sırtında

Kaplanın Sırtında

ZÜLFÜ LİVANELİ

İnkılâp Kitabevi 2022 322 s.

 

Zülfü Livaneli’nin kitabı bir dönem romanı olduğu için elbette tarihî olaylara da yer veriyor. Ama esas mesele ‘kaplanın sırtında’ olmak veya olmamakla ilgili. Kaplanın Sırtında, 33 yıl boyunca ‘kaplan sırtında’ gezmiş, ona istediği gibi hükmetmiş, ama sonunda sırtından düşüp hayattaki en büyük kalkanı olan ölüm korkusunun tersine zuhur etmesiyle baş başa kalmış bir adamın hikâyesi…

BURAK SOYER

Zülfü Livaneli’nin İnkılâp Kitabevi’nden çıkan Kaplanın Sırtında romanıyla ilgili ilk duyurular yapıldığında “kaplan”ın ne olduğunu, neye, kime işaret ettiğini ve neyi çağrıştırdığını çok merak etmiştim. Kitabın henüz girişinde Livaneli’nin bu konuyu II. Abdülhamit’e bizzat ‘açıklattırması’, kitabın bütününe yayılıp ‘üstünü kaplayan’ konunun da özeti aslında. Ne diyor Abdülhamid kitapta:

“Doğar doğmaz kaplanın sırtına koymuşlar beni, diye düşünüyor, şehzadelerin kaderi bu, kaplanın sırtında büyümek; herkesin gözünü kamaştıracak bir kuvvet ve kudret gösterisi, kaplan gibi muhteşem bir yaratığa egemen olma duygusu, yırtıcı hayvanın sırtındaki çelik adalelerin gergin kıpırtılarını bacaklarının arasında hissetmek, herkesin korktuğu zalim bakışlı ölüm makinesinin efendisi olmanın verdiği doygunluk, ayrıcalık, üstünlük, tanrılık ama bir yandan da korku. Evet, korku. Zaman zaman sırtından aşağı ıslak bir yılan kayıyormuş gibi tepeden tırnağa titreten soğuk bir ürperti.”

Devam:

“Ya devlet başa ya kuzgun leşe dünyası bu. Kaplanın sırtındayken her buyruğuna uyan o büyük güce egemensin, güçlüsün, mutlusun; ne var ki sırtından indiğin anda o kaplan seni pençesine düşmüş zavallı bir gazal gibi parçalar…”

Livaneli’nin bu konuya başta açıklık getirmesi bir bakıma gayet iyi olmuş, zira Kaplanın Sırtında, ‘tartışmaya açık’lığın ötesine geçerek ‘iki kutbun’ başını tutanların kendi mutlak doğrularını karşı tarafa ya da kendilerinden olmayan herkese kabul ettirme çabaları için hayli müsait bir zemine sahip. Ancak bunların bu yazıyla bir alakası olmayacak. Yazının konusu, 33 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’na hükmetmiş bir padişahın bir darbeyle tahtından indirilip İstanbul’dan Selanik’e sürgüne gönderilmesi ve burada yaptığı vicdan muhasebesi, delirme haddinde yaklaşan ölüm paranoyaları ve elbette birey, toplum ama en önemlisi de iktidarın kudreti olacak.

Zülfü Livaneli, Kaplanın Sırtında’yı yazarken, II. Abdülhamid’in Selanik sürgünü boyunca kendisine ve ailesine bakan, onunla her gün konuşmuş, ilerleyen zamanlarda muhabbetin ısınmasıyla sabık padişahla ‘memleket meselelerini’ tartışma imkânı bulmuş askerî hekim Atıf Hüseyin Bey’in notlarından yararlanmış. Ancak bu notların yanında farklı kaynaklar üzerine de çalışarak dönemi baştan aşağı incelemiş. Böylece de Livaneli’nin yine kitabın başında yazdığı, “ideolojik ve sığ kamplaşmalardan uzak bir biçimde ele alıp, o devrin ruhunu ve zihniyeti yansıtmaya çalıştım” açıklamasını doğrulayan bir eser ortaya çıkmış.

Kaplanın Sırtında her şeyden önce, ‘doğal yollardan’ bir konumu olan, bu konum sayesinde ‘ben’ olduğunu sanan, ancak üstündeki ‘kaplandan’ inince her şeyini, dolayısıyla da ‘kendini kaybeden’ bir ‘insanın’ hikâyesini anlatıyor. Bir yanda henüz 24 yaşındayken çıktığı Avrupa gezisinde, İngilizlerin, Fransızların hayatına hayran kalmış; garbın ilmine, fennine özenmiş; valslerle, edebiyatla, sanatla yaşayan; “İslam’ı bile Avrupalılardan öğrenmeliyiz” diyen; yönettiği ülkeyi de bu kılığa sokmaya çalışan ama etrafını saran ulema takımı sebebiyle bunu beceremediğini iddia eden; yüzü Batıda bir adam var. Diğer yanda, ona hadsizlik eden “üç beş kişi” hariç kimseyi öldürtmediğini, “tebaasına her zaman iyi davrandığını” söyleyen, hatta ona muhalif olanların cebine para koyup yatlarla sürgüne göndermesiyle (gönderilenlerin sonu Google’da mevcut) kendini aklamaya çalışan ama sadrazamını boğdurmaktan çekinmemiş, içeride ve dışarıda düşmanı birbirine kırdırmayı siyasi ve diplomatik ilke edinerek ayakta kalmış, koltuğuna halel gelmesin diye sayısız jurnalcisiyle binlerce insanın hayatını karartmış, şatafat kelimesinin geçersiz kaldığı dünyasında ülkelere bedel kişisel servetiyle ‘o günlere’ gelmiş bir padişahın, kıyak olsun diye ona en sevdiği, elinden düşmeyen sert sigaralarının müsebbibi tütünleri gönderen adamın köşkünde, zehirlenme paranoyalarıyla, uykularını bölen basuruyla, dur durak bilmeyen evhamlarıyla baş etmeye mahkûm bir enkaza dönüşmüş hali…

Zülfü Livaneli’nin kitabı bir dönem romanı olduğu için elbette tarihî olaylara da yer veriyor. Ama esas mesele ‘kaplanın sırtında’ olmak veya olmamakla ilgili. Kitap, 33 yıl boyunca ‘kaplan sırtında’ gezmiş, ona istediği gibi hükmetmiş, ama sonunda sırtından düşüp hayattaki en büyük kalkanı olan korkuyu bu kez kendisi iliklerine kadar yaşamak zorunda kalmış sabık bir sultanın yaşamına önyargılardan azade bir bakış atıyor.