SEÇKİN ERDİ
Everest Yayınları
Kampana’nın iki anlamı var ve kitapta ikisi de güçlü olarak kullanılan metaforlardan. Birincisi “çan,” ikinci anlamı ise “tekerleği dönmekten alıkoyan madeni çember.” Kışlada başlayan kitap bizi bir Kuzgun’un peşine takıyor ve yaşamayanın çok da bilmediği, kendi adıma belki de zaten bilmekten imtina ettiği erkeklerin dünyasına götürüyor. Kışla: çetin, acımasız.
Vicdani ret, çeşitli politik ve bazen de kişisel nedenlerle askere gitmeyi ve çok tartışılan ama nihayetinde yürürlüğe giren “paralı askerliği” reddeden insanlar tarafından etraflıca tartışılan bir konu. Türkiyeli erkeklerin böyle bir hakkı varmış gibi görünse ve bazıları vicdani reddini açıklasa da durum aslında pek öyle değil. Bir taraftan da hapis cezaları, zorunlu kamu hizmetleri ve sürgünler, erkeklerin vicdani sorumluluğunun bedeli. Ne var ki, militarizm karşıtı, orduya ve savaşa katılmayı reddeden erkekler, savaş koşulları hüküm sürse de açık bir şekilde savaş karşıtı tutumlarını sürdürmeye ve vicdani retlerini açıklamaya devam ediyorlar.
Seçkin Erdi, barış dendiğinde dahi, üzerinde “Sus, hayır” uyarılarının olduğu dev bir kutuya kapatıldığımız bu dönemde ilk romanı Kampana’yı yayımladı. Erdi, bugüne dek çeşitli yayınevlerinde redaktörlük, editörlük ve çevirmenlik yaptı. 2012 senesine gelindiğinde ise İstos Yayın’ın kurucuları arasında yer aldı. Vokalist olarak da tanıdığımız Seçkin Erdi’nin “Anlatılan senin hikâyendir” vurgusu, kitap boyunca kulağınızdan gitmeyecek bir ses şimdi.
Kampana’nın iki anlamı var ve kitapta ikisi de güçlü olarak kullanılan metaforlardan. Birincisi “çan,” ikinci anlamı ise “tekerleği dönmekten alıkoyan madeni çember.” Kışlada başlayan kitap bizi bir Kuzgun’un peşine takıyor ve yaşamayanın çok da bilmediği, kendi adıma belki de zaten bilmekten imtina ettiği erkeklerin dünyasına götürüyor. Kışla: çetin, acımasız. Kitabın kahramanı kısa dönem de olsa askerliğini yapmak zorunda. Peki, kışla ona göre bir yer mi? Ya da kışla kime göre bir yer?
Kuzgun özelinde yazar, kışladaki zorunlu yaşamından bir ânı, mayınlı bir arazide olmaya benzetiyor. Herkes yemeğini yerken yemekhaneden çıkıyor; ama ya onun çıkmaması, yemeğini yemese bile orada oturması gerekiyorsa ve sadece bu yüzden komutanından tonlar çeken bir tokat yiyecekse? Dışarı çıktığı için bir adım daha atmıyor bu yüzden, bir adım sonrası mayınlı arazi. Ya ayağını kaldıracak ya da ölmemek için sonsuza dek ayağı havada öylece kalacak.
Zorunlu kısa dönem askerlikte dahi, diğerleri gibi olmayan bir insan neler yaşayabilir, yazar buradan yola çıktığı hikâyesini özenle örüyor. Kendi dışlanmışlığını ve dışarıya atılmışlığını kabullenmek zorunda, çünkü başka türlü burada kalması imkânsız. Kendi güvenli alanını yaratmak içinse deliler biçilmiş kaftan. Kışlada onlara da yer yok. Dalga geçilen, dövülen ve aşağılanan insanlardan bir çember oluşturuyor Kampana’nın kahramanı. Kardeşini kaybettiği andaki gülümsemesi suratından silinmeyen ve o günden sonra hep gülen Mazlum; çalmayan bir telefonun başında yılmadan bekleyen Yahya; yemek yemedikleri hâlde fazla kilolu olan ikiz kardeşler, nizamı bozdukları için zaten dışarıdalar.
Kuzgun, bir türlü hissedemediği aidiyeti delilerin yanında bulsa da onlarla olan iletişimi de sınırlı. Düşünceleri, dolayısıyla dilleri farklı. İletişim kurmak hayli zorlayıcı. Sorduğu retorik sorular, deliler için “Sen deli misin” sorusunun çoktan hazırlandığı anlar. Kilise ise yine bu delilerle hikâyeye dâhil olan bir mekân. Kışlada dışlananlar artık kullanılmayan, harabe bir kilisede buluşuyor akşamları. İçeride bir sürü şarap var; ama burayı izinsiz kullandıkları için her buluşmada bir kadeh de yere dökülüyor: Ölülerin ruhuna.
İntihar eden ve bir de intihar ettiği için dayak yiyen askerlerin, küfrün bininin bir para olduğu bir mekân kışla. Beden, kilise, harabeler, orman, dağ, çocuk yutan çukurlar ve çan. Çan, çan, çan…
“Bir ağızdan, bir kitaptan, bir yıkık kilisenin yağmadan masun kalmış mahzenindeki kırık bir kampanadan, bir taştan, bir yudum sudan, bir bakıştan onlarcası dinlenebilirdi. Peki ya bizim hikâyemiz? Bizimkisi de anlatılmayı, yazılmayı ve üç noktasının konulmasını hak etmiyor muydu?”
Kitapta anlatıcı olarak sadece geceleri ve sadece gündüzleri ortaya çıkan iki “ben” var, ikisi de Kuzgun’un kendisi. Biri belki de id’i, ona tehlikeli her işi yaptıran; ama hep kendini bulmasını sağlayan. Diğeri süperegosu, ona sürekli hatalı olduğunu hissettiren ve yanlışlarını görmesini sağlamak isteyen, onu toplumda eritmek isteyen. İkisi de erkek. Bu örgüyle devam eden kitabın sonunda karşımıza çıkan ise dişil bir ses: Uzlaşmayı, barışı, yaşamın nasıl devam edebileceğini öğütleyen. Benliklerin her biri Kuzgun’un kendisi, kendi bölünmüşlüğü.