JOSEPH ROTH
çev. Anıl Alacaoğlu Can Yayınları 2021
İsyan romanının kahramanı Andreas Pum’un çaresizliğe ve sosyal adaletsizliğe karşı isyanı sadece hikâyenin geçtiği zaman dilimine dair değil, aynı zamanda tarihin tüm sosyal adaletsizliklerine karşı bir isyanın hikâyesi olarak da okunabilir.
20. yüzyıl Alman edebiyatının en önemli isimleri arasında sayılan Avusturyalı yazar Joseph Roth (1894-1939) edebiyat ve felsefe öğreniminin ardından Birinci Dünya Savaşı’na katıldı. Yahudi bir ailenin çocuğu olan Roth 1920 ile 1932 yılları arasında Alman gazetelerinde çalıştı. Nasyonal Sosyalizm’in Avrupa için büyük bir tehlike olacağını öngören Roth 30 Ocak 1933’te, Hitler’in iktidara geldiği gün Fransa’ya göçtü. Son yıllarını mali güçlükler ve hastalıklarla boğuşarak geçiren Roth 27 Mayıs 1939’da, Paris’te yoksulluk içinde öldü.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yükseliş ve çöküşünü konu edindiği, 1933 yılında yayınlanan Radetzky Marşı adlı kitabıyla uluslararası çapta ün kazanan Roth, Kör Ayna, Hotel Savoy, Sonsuz Kaçış, Eyubgibi kitapları ile de tanınmakta. Roth’un 1924 yılında ilk kez Vorwärts gazetesinde yayınlanan İsyan-Die Rebellion adlı romanı 1962’de ve 1993’te iki kez televizyona uyarlandı. İsyan’da Roth bacağının birini kaybeden bir savaş gazisinin yaşam hikâyesini anlatmakta. Başına gelenlere rağmen topluma “ayak uydurmaya” çalışan Andreas Pum’un hikâyesi, yaşadığı adaletsizliklere karşı haykırışı ve isyanıyla sona erer. Andreas Pum’un çaresizliğe ve sosyal adaletsizliğe karşı isyanı sadece hikâyenin geçtiği zaman dilimine dair değil, aynı zamanda tarihin tüm sosyal adaletsizliğine karşı bir isyanın hikâyesi olarak da okunabilir.
Birinci Dünya Savaşı’ndan tek bacağını kaybetmiş olarak dönen Andreas Pum inançları güçlü, devletine güvenen bir kişidir. Hastanede bazı yoldaşlarının kendilerine haksızlık yapıldığını öne sürerek resmî makamları eleştirdiğini görünce büyük öfke duyarak onların Tanrı’ya, İmparator’a ve vatana inanmadıklarına karar verir: “Kâfirlerden farklı değillerdir.” Yalancı şahitler, hırsızlar, katiller nasıl kâfirseler bu kişiler de öyledir. “Kâfir” tabirini bulması Andreas’ı mutlu eder. Bir diğer mutluluğu da göğsünde taşıdığı madalyaya layık görülmesidir. Sonunda hak ettiği saygıyı görmüştür!
Hastane günlerinin sonunda her ne kadar başhekimin vaat ettiği protez bacağı alamamış olsa da, kendisiyle görüşen sağlık kurulu ona geçimini sağlayabilmesi için şehirde laterna çalma izni verir. Böyle bir lisans Andreas’ı çok sevindirir, onu “aslında önceleri bir defterin deri kılıfı olan ve her gün önünden geçtiği çöplükte tesadüfen bulduğu bir cüzdana koyar”. Az şey değildir bir izin belgesine sahip olmak; “polislerin pusuda beklediği, dünyadaki tüm sokakları güvenle gezebilir. Tehlikeden korunmasına gerek yoktur”. Bir sorun çıktığı zaman yetkililere başvurabilir. İzin belgesi sayesinde laternasını istediği yerde çalabilir. Polis gelirse de ona bu belgeyi gösterir ve selamını aldıktan sonra işine devam edebilir.
1925’lerde Joseph Roth Paris’te… Sağda, İsyan'ın 1924'teki ilk baskısı.
Andreas sırtında taşıdığı laternasıyla şehrin sokaklarını dolaşmaya başlar. Ancak yağmurlu günlerde kesik bacağı sızlamakta, bacağının kesildiği yer morarmaktadır, çünkü “tahta bacağının üzerindeki yastık yeterince yumuşak değildir. At kıllarıyla doldurulmuş ve çoktan ezildiği için işlevi kalmamıştır. Oysa yastığın kuştüyüyle doldurulmuş olması veya kürklü olması gerekmektedir. Böyle günlerde tahta bacağıyla dizi arasına birkaç mendil koymak zorunda kalır.” Ayrıca yağmurlu günlerde fazla para da kazanamaz. Andreas bu günlerin birinde genç bir adamla tanışır. Willi isimli bu genç onu evine, daha doğrusu odasına davet eder. İsterse odayı paylaşabilecektir. Andreas bu öneriyi kabul eder ve Willi ile kız arkadaşının yaşadıkları odaya taşınır. Genç adam işsiz bir metal işçisidir, küçük kız ise bir kafede kasiyer yardımcısı olarak çalışmaktadır. Willi genellikle evdedir, sadece bazı günler sokakları el arabasıyla dolaşır ve topladığı eski gazeteleri eskiciye satar. Aslında doğru dürüst geliri olmayan genç adama sevgilisi bakmaktadır.
Kendine ait bir yatağa kavuşan Andreas mutludur. Sabah erken çıkıp laternasıyla şehirde dolaşmayı sürdürür. Görünen tek eksiği hayatında bir kadının olmamasıdır. Sık sık “bir kadının, bir odanın sımsıcak bir yatağın özlemini” duyar. Bu dünyada yapayalnızdır. Bu duygularla işini yaparken ilginç bir gelişme olur. Sıcak bir perşembe günü avlusunda laterna çaldığı binadan çıkan siyahlar içinde bir kadın ona yaklaşır ve eşinin dün vefat ettiğini söyleyerek hüzünlü bir şeyler çalmasını ister. “Büyük bir zevkle” diyerek derhal laternasını hazırlayan Andreas ona hüzünlü bir parça çalmaya başlar. “Bu hüzünlü ânın tadını rahat rahat çıkarabilmek için odasına çekilen dul, pencerede şarkıya eşlik eder.” Ağır çaldığı için on beş dakika kadar süren parça bittikten sonra dul kadın elinde ekmek ve bir torba meyveyle yeniden avluya döner ve adının Blumich olduğunu söyler. Ayrıca definden sonra yine gelmesini ister. Bu küçük olay Andreas’ın zihninde pek çok çağrışıma yol açar, hayatına bir kadının girdiğini hisseder!
Ve nihayet definden sonrası gelir. Andreas bu arada sık sık kadını düşünmüş, hakkında tahminler yapmıştır. Yapabildiği kadarıyla şık bir halde kadının oturduğu binanın avlusuna gelir. Tam çalmaya başladığı sırada Frau Blumich ortaya çıkar ve müziğe dairesinde devam etmesini ister. Beraberce eve çıkarlar, Andreas sırayla istenen parçaları çalar. Kahve ve pasta ikramı sırasında müziğe ara verip sohbete başlarlar. Dul kadın ilk isminin Katharina olduğunu söyler ve yalnızlıktan şikâyet eder. Sohbet ilerledikçe birbirlerini daha çok yaklaşırlar. Kadın evinin yeni erkeğini bulduğunu düşünmeye başlar! Yani hâkimiyeti altına alabileceği, çekip çevireceği bir erkek! Andreas ise hayatını bir kadınla paylaşacağı için çok mutludur, dünyadaki yalnızlığı sona ermiştir. “Çok şanslı” bir adam olduğunu düşünür ve olanların bir mucize olduğuna inanır. Artık kötü günler geride kalmıştır…
Görüşmeye devam eden Katharina ve Andreas yas süreci sona erince evlenirler. Kadın bu arada laternayı daha rahat taşıması için Andreas’a bir de eşek alır ve adını Muli koyarlar. Tüm bunlar olurken kış gelir. Ancak yine avlularda öğleden önce laternasını çalan adam soğuğu hissetmez, yağmurda ıslanmaz ve güneş bulutların arasında kaldığı için üzülmez. “Yeni tahta bacağının keskin ucu sayesinde kaygan kaldırım taşlarında kaymaz, kaldırım kenarında yürüyebilir.” Önünde küçük eşeği Muli’nin çektiği, üzerinde laternasını koyduğu araba ile şehirde dolaşır. Hatta bahar zamanı bir papağanın önüne kırmızı ve yeşil piyango biletleri koyup satmayı bile tasarlar. Soğuğa rağmen her bahçeden, her pencereden para yağmaya başlamıştır. Andreas mutludur.
Bu arada bazı direklerde afişler görür. Savaş malulleri memnuniyetsizliklerini duyurmakta, hükümeti eleştirmektedir. Sinirlenir, “Yoldaşlar” diye haykıran bu afişleri yapıştıranların devleti yıkmak istediklerini ama onu kandıramayacaklarını düşünür. “Bu kumarbazları, içkicileri ve asileri hor görür. Kâfirdirler işte! O kaderin onun için belirlediği uzun ya da kısa ömrü (…) dünyevi ve ilahi yasalara kusursuz bir uyum içinde, din adamlarına olduğu kadar devlet memurlarına da yakın durarak” mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşayabileceğine inanmaktadır.
Fakat bu güzel günler uzun sürmez. Andreas bir gün kendini yorgun hisseder ve eve dönmek için tramvaya binmek ister. Tramvayın girişinde duran güzel giyimli bir kişi şemsiyesiyle birlikte basamağın yarısını zapt etmektedir. Adam elinde koltuk değnekleriyle tramvaya binmeye çalışan malulü gördüğü halde istifini bozmaz, arkasında insanlar birikmeye başlar. “Sonunda Andreas, yapabildiği kadarıyla taş kesilmiş beyefendiyi ittirip geçmeye karar verir. (…) Ve girip karşısına dikilir.” Bunun üzerine şemsiyeli adam yanındaki kadına dönerek, “Bu savaş malulleri tehlikeli birer hilekâr. Az önce onların bir toplantısındaydım. Hepsi de Bolşevik! Bir sözcü onlara yol gösteriyor. Körler kör değil, kötürümler kötürüm hiç değil. (…) Tek bacaklılar da…” der. Bu konuşmayı duyan Andreas, “Sizi yağ tulumu sizi!” diye bağırır. Bunun üzerine adam da Andreas’ın düzenbaz bir Bolşevik olduğunu haykırır. Tramvayda bir Bolşevik olduğunu duyan yolcular hareketlenir. “İnsanlar için Bolşevik kelimesi hem hırsız hem de katil anlamına geldiği” için herkes teyakkuza geçer… Bir kişi “Rus casusu” diye bağırır, bir başkası “Bir Yahudi olabilir” diyerek katkısını sunar!
Andreas kendisini hem savunmak hem de saldırmak için sopasını kaldırır. Gelen kondüktör kısa bir beklemeden sonra kimliğini göstermesini ister. Ancak diğer iyi giyimli adamdan kimlik istemez. Buna sinirlenen harp malulü kimliğini göstermeyi kabul etmez. Kondüktör tramvayı durdurur ve Andreas’ın aşağıya inmesini ister. Bunu yapmadığını görünce de kolundan tutup dışarı atmaya kalkar. Girişi tıkayan adam da ona yardımcı olmaya çalışmaktadır. O anda gözü dönen Andreas değneğiyle körlemesine vurmaya başlar. Tramvayda panik yaşanırken birdenbire ortaya bir polis memuru çıkar ve “aşağıya inin” diyerek ona inmesini emreder.
“İzin belgesi, dünya görüşü ve madalyası dolayısıyla kendine yakın hissettiği” polisi görünce biraz sakinleşen Andreas onun iyi giysili beyden bunu istemediğini görünce bir kez daha itiraz eder. Ama bu kez hiçbir işe yaramadığı gibi, “polisin ona gösterebileceği her türlü acımayı da” ortadan kaldırır. Polis izin belgesini alır. İzin belgesi olmadan kendisini “yaşamaya hakkı olmayan bir canlı” gibi hissederek eve dönen Andreas olanları karısına anlatır. Katharina onu önce soğuk bir şekilde dinler. Ardından sinirlenir ve “seni evime almanın karşılığı bu” diye bağırır, sonra da “etrafta dolaşıp duruyorsun, ekmeğimi yiyorsun, hiç tanımadığın beyefendilerle kavgaya giriyor, lisansını kaybediyorsun. Elimi sallasam elli tane sağlıklı adam bulurdum senin yerine, senin gibi sefil bir adam yerine” der. Evden çıkan Andreas eşeği Muli’nin ahırına gider ve geceyi orada geçirir. Bir yandan da şu soruya cevap aramaktadır: Bu olanların nedeni nedir?
Ertesi gün Andreas’a bir celp kâğıdı gelir, mahkemeye çağrılmaktadır. Ancak davanın görüleceği gün gelmeden Katharina eşeği Muli’yi satar. Sahibi kadın olduğu için sesini çıkaramayan Andreas sadece ardından bakar. Başına gelenlere bir de bu eklenmiştir. Ama dertleri bitmemiştir, sırada bekleyen başkaları da vardır. İlkini mahkeme günü yaşar, çıkmaya hazırlanırken kapısının bir polis memuru çalar ve alıp onu karakola götürür. Karakolda her ne kadar davasının o gün görüleceğini söylese de komiser dinlemez. Bunun üzerine Andreas taşkınlık yapmaya başlar, memurların vurdumduymazlığı onu çileden çıkartmıştır. Bu durumu daha da zorlaştırır ve o gün gözaltına alınır.
Gözaltına alındığı yerde yalnız değildir, Andreas onlara olanları anlatır. İçlerinden biri, “hukukçu” denen bir kişi celp kâğıdını göstermesini ister ve kâğıdı okur, ardından da “hapsi boyladın” der. Çünkü davet edildiği gün mahkemeye gitmemenin cezası altı hafta hapistir. Her ne kadar sabahleyin serbest kalırsa da bir gün sonra iki sivil polis gelip onu eski odasında bulur ve hapishaneye götürür.
Andreas bir yanda tüm bunlarla uğraşırken diğer yandan da sürekli olarak bu yaşadıklarının nedenini anlamaya çalışmaktadır. Kendisini bir anda kâfirlerin arasında bulmuş, kâfir dedikleriyle aynı muameleyi gören bir kişi olmuştur. Bir anda kendini kâfir ilan eden Andreas kendini suçlular loncasının bir üyesi saymaya başlar. Altı hafta kalacağı, gündüzleri loş, geceleriyse karanlık hücresinde aklını biraz toparlar ve şu sonuca varır: Bacağını kaybetmişti, bir madalya almıştı. Bir protez bile vermemişlerdi ona. Madalyasını yıllarca gururla takmıştı, insanların bahçelerinde laternasının manivelasını çevirmesine hak tanıyan izin belgesi büyük bir ödül gibi görünmüştü ona. Fakat bir gün dünyanın onun cahil aklıyla varsaydığı kadar basit bir yer olmadığı ortaya çıkmıştı:
“Hükümet adil değildi. (…) Dini bütün bir adam olmasına karşın hapse atılabiliyordu. Tanrı’nın eylemleri de böyleydi işte: O da yanılıyordu. Şayet yanılabiliyorsa Tanrı hâlâ Tanrı mıydı?”
Andreas altı hafta sonra serbest bırakılır ve eski arkadaşı Willi’nin yanına döner. Bu arada Willi “aklını kullanmış”, para ve çevre sahibi olmuştur. Andreas’a lüks bir kafede tuvalet görevlisi olarak iş bulur. Artık yaşlı ve yorgun bir adam olan Andreas bütün gün “fayans kaplı çıplak duvarlarla yanında mavi bir tartının durduğu bir boy aynasının arasında oturmaktadır”. Kafenin işletmecisi ona bir papağan alır, ikisi hemen anlaşır. Kimse olmayınca da dertleşirler. Andreas’ın sağlığı giderek bozulmaktadır. Sık sık uyuyakalır, sesleri duyamaz. Kendisini ölmüş biri olarak düşünmeye başlar.
Nihayet bir türlü görülemeyen davanın görüleceği gün gelir. Bu kez herhangi bir sorun çıkmadan dava görülmeye başlar. Yargıç kimlik tespitinden sonra sözü Andreas’a verir. Boğazını temizleyip konuşmaya başlayan davalı bir anda öfkelenir ve bu dünyada ne hükümetlerin ne de Tanrı’nın adaletinin olmadığını söyler, Tanrı’ya isyan eder. Yargıç sözünü keserek “bir müze görevlisi mi yoksa yeşil bir parkta bekçi mi, yoksa sokağın köşesinde küçük bir tütüncü dükkânı mı istersin?” diye sorar. Andreas’ın cevabı “Cehenneme gitmek istiyorum!” olur.