MEHMET BERK YALTIRIK
İthaki Yayınları
Aha da bunlar Karçarlu Obası’nın İshak Beg’i halası Ayış Bibi’nin sözüne uymayanda oldu. Ne vardı Ali Osman’a meyledip, Gonya bozkırından kalkıp te Rumeli’ne varmakta? Kalaydılar ya obalarında. Kalmadılar. Bir kere olan olmuştu ya, kılıç çalmışlardı komşu obalara, devlet meselesiydi. Ucunda çadırı bırakmak vardı işin, yatuk olmak vardı. İshak Beg işte bunu seçti. Kaça göçe, obalarının izi tozu silinmeye yüz tutmuştu tutmasına ama nihayet devlet için kılıç sallayıp sefaletten kurtuluvermişlerdi. Şimdi de göçerliği bırakıp başlarında bir dam olsundu, gidip konacakları yerde artıp çoğalma vaktıydı. Ayış Bibi son nefesini obasında verende İshak Beg, çadırları toplayıp Urumeli’ne göçmeye, orada iskân edilmeye hazırdı. Gel gelelim o lanet yakalarına öyle bir yapıştı ki, peşlerini bir daha bırakmadı.
Istrancalı Abdülharis Paşa isimli bu roman, yazarı Mehmet Berk Yaltırık’a GİO 2019 en iyi roman ödülünü kazandırdı. 1987 doğumlu yazar Trakya Üniversitesi Tarih Bölümü mezunu. Öncesinde Anadolu Korku Öyküleri 2, GİO Ödülleri 2013 Seçilmiş Öyküler, Güçoburlar ve Aşkın Karanlık Yüzü isimli dört kitapta öyküleri bulunan yazarın, 2017 yılında yayınlanan Yedikuleli Mansur ve yine 2017 yılında yayınlanan kendi öykülerinden derlediği Gölgeli Öyküler isimli kitapları mevcut. Yazarın "Son Gulyabaninin Yeri" isimli blog sayfasında meraklılarına pek çok öykü bulunuyor. İthaki Yayınları, Pangea Kitaplığı isimli seriye bu kitapla başlayarak harika bir öngörüde bulunmuş. Onlar da takdiri hak ediyorlar.
Hikâyemiz milâdî takvimle 1 Eylül 1665 tarihinde Rumeli’ye göçüp Gırkkilise Sancağı’nda tımarlı oluveren ve Istrancalar eteklerinde bir köye yerleşen İshak Bey’in bir gün ava çıkmasıyla makas değiştiriyor. Ava giderlerken yanında getirdiği İzci Tahir’in yapma etme demelerine aldırmadan peri soyundan bir ceylana kıyıp geri döndüğünde lanet çoktan konağına uğramış ve tohumlarını karısı Sahire’nin dölyatağına serpmiş bulunuyor, hem de kendi suretinde vücut bularak. İşte o lanet bizim Abdülharis olarak dünyaya geliyor. Gelin görün ki, karısı Sahire’nin gebe olduğu ikinci bir bebeği daha var. İsmihan adındaki bu kız daha doğmadan cinler alemine götürülüyor. Kendi babası olan ecinni zamansız ölünce de Abdülharis’in doğumundan bir gün sonra üç gizemli kadın tarafından kundaklanıp konağa getiriliyor ve İshak Bey’e teslim ediliyor.
Anlaşılacağı üzere ecinniler, periler, hortlaklar, cadılar ve hatta vampirlerle tastamam bir lanet öyküsü yavaş yavaş zuhur etmeye başlıyor. Abdülharis yaş alıp boylu poslu bir ergen olurken, kız kardeşi İsmihan babasının yaptırdığı kasırda fazlaca ayak altında dolaşmadan köşe bucak yaşıyor. Gün gelip de Viyana üzerine sefer emri geldiğinde babası yerine sefere gitmesi uygun görülen Abdülharis çoktan rüşdünü ispat etmiş yiğit bir genç ve kalbinde karşılık bulamadığı Naime’nin sevgisi, belinde karabela hançeriyle yanına taifesini alıp sefere katılıyor.
Kitabın ayrıca 2003 yılında başlayan ikinci bir zaman düzlemi daha var. Bu düzlemde de tarihçi Asil ve nişanlısı Güldem eksenli bir kurgu ilerliyor. Asil’in Osmanlı’dan kalma tapu evraklarında rastladığı bir isim, okuyanın ense kökünde bir ürperti peyda ediyor. Karçarlı ailesinden, Istranca Köyü’ne, Istrancalı Şerruh Paşa’dan da yavaş yavaş Abdülharis Paşa’ya uzanan yüzyıllara yayılmış bir soy ağacıyla karşılaşıyoruz. Kırklareli’nin dağ köylerinden birine tesadüf eden bu tuhaf isimler, isim benzerliği olması gereken soyağacından bilgi kırıntıları, hem meslekî açıdan Asil’i kendisine çekiyor hem de Güldem’le yaşadıkları inişli çıkışlı ve sonu evliliğe yaklaşmakta olan birlikteliklerinden kaçıp sığındığı bir acayip liman oluveriyor. Bu işin de bir hikmeti vardır canım, yazar mutlaka bir şekilde bu muammayı açıklığa kavuşturacaktır diye düşünüp okumaya devam ediyoruz. Çünkü 17’nci yüzyılda devam eden hikâye Abdülharis’i Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihsel dönüm noktalarına savurmaya başlıyor. Ortada öyle ahım şahım bir lanet yok. Yani henüz yok. Çünkü zaten en büyük lanetin içine dalıveriyoruz. Savaş!
Viyana önünde bozguna uğrayan ve can havliyle geri çekilen Osmanlı askerleri arasında, yaralı hâlde kendisini Budin’de bulan Abdülharis, Nemçe kahpesinden intikam almaya yemin ediyor ve Budapeşte’de kalıp kelle koltukta kendi savaşını sürdürüyor. Gün gelip de Macaristan da Osmanlı’nın elinden alındığında, artık savaştan kaçan, katli vacip hainlerden biri sayılıyor. Tuna Nehri kıyılarında kimliğini açık ettiği yeniçeriler tarafından sırtından vurulan Abdülharis kendini İbro namlı bir eşkiyanın çetesi tarafından kurtarılmış buluyor. Yaraları tımar edilmiş ve adı haine çıkmış bu genç, baba ocağına dönmeye utandığı için çareyi bu çeteye katılıp şakilik etmekte buluyor ve bir büyük fay hattı daha kırılıyor. Abdülharis yol kesip adam gırtlaklayan, köy basıp genç kızların ırzına geçen ve her türlü gaddarlığı profesyonel meslek gereği icra eden namussuz bir kıyıcı olup çıkıveriyor.
Günümüz Edirne şehrinde bu tuhaf ailenin izini onlarca yıllık kayıtlardan ayıklamaya gayret eden Asil, kendisini kâh Balkanlar’a yayılmış folklor öğelerini kurcalarken, kâh Bulgaristan’a gidip yerel bir tarihçiyle işin derinliklerine dalarken buluyor. Hızla saplantıya dönüşen bu araştırma asırlara yayılmaya başlıyor ve Abdülharis Şerruh Paşa, lanetle anılır bir karakter olmaya başlıyor. Yakın geçmişte günümüz Kırklareli şehrinde bir tapu devrine kadar sürülen iz ise bizleri okurken germeye ve ürkütmeye başlıyor. Yüzlerce sayfa süren bu serüvende yazarın hakikati nerede açık edeceğini düşünmeden edemiyoruz ama heyhat, daha gidecek çok yolumuz var!
Abdülharis bir yolunu bulup İbro’ya ihanet ederek yanına aldığı diğer iki eşkıyayla birlikte Osmanlı nâmına savaşan Tatar Hanı’na sığınıyor. Yine at binip kılıç kuşanan bu kıyıcı asker, sonunda resmî olarak affediliyor ve baba ocağına geri dönmesi için kendisine izin veriliyor. Dört nala Istrancalar diyarındaki babasının yanına varıyor ve artık epeyce ihtiyarlayıp çökmüş olan babasından vekalet alıp beyliğini ilan ediyor. Gözüpekliği ve kıyıcılık tecrübesi kısa zamanda kendisini civardaki eşkiyaların belalısı konumuna getiriyor. Hâl böyleyken bir gün Rumeli’nin paşaları durumdan istifade etmek ve vazife çıkarmak maksadıyla Abdülharis’e paşalık teklif ediyorlar. Yıllar evvel bozkırın obasından kopup gelen Kaçkarlı İshak Bey’in oğlu oluyor size Abdülharis Paşa! Gözünü kan bürümüş gaddar bir paşa olarak anılmaya başlaması çok sürmüyor. Hükmünü kanla sürdüren paşa bir gün kapısına gelen ve elinde eşkiyalığı öğrendiği İbro’nun ortaya çıkışıyla hem tedirgin oluyor hem de artık yaşlanmış ve düze inmeye niyetli bu eşkıya çetesine ev sahipliği etmeye karar veriyor. Koskoca bir paşa artık o, ne fenalık gelir ki bu kocamış ihtiyarın elinden?
İntikam soğukken yenir ki tadı hoş olsun. Siz siz olun ihanetinizin bedelinin öte dünyaya kalacağından o kadar emin olmayın. Çok geçmeden nasıl bir tufaya geldiğini anlayan paşa da, İbro’nun tuzağına düşüp onun elinde can verirken bu acı gerçeği öğreniyor. Can vermesine veriyor ama o can sizin bildiğiniz gibi bir can değil. Onca yıl kanla hüküm sürmüş bu namlı paşa, sıra canını teslim etmeye geldiğinde kendi kasrının avlusunda kendi kanına boğuluyor da yine ölemiyor. İşte yazarımız Mehmet Berk Yaltırık’ın bizlere hazırladığı kanlı sürpriz gelip nefesini ense kökümüze üflemeye başlıyor. Bacısı İsmihan’ın sessiz bir köşeye çekip üç gün boyunca tedavi edip ayağa diktiği bu canavar, asırlara meydan okuyacak yeni bir maceraya atılmak üzere güç toplamaya başlıyor. Alın size lanet olasıca bir hortlak hikâyesi.
Dedik ya, yüzlerce sayfa boyunca iki zaman arasında gidip gelen bu nefes kesici hikâye sonunda alâmet-i farikasıyla karşımıza dikiliveriyor. Bu tarihî-fantastik kurgu okuyucuların tüylerini diken diken eden bir finale doğru koşturmaya başlarken, övgüyü hak ediyor. Bu muhteşem kurgudan çıkartabileceğimiz dersler de var. Mesela her ihanetin bir bedeli olduğu. Bir diğeri de adaletle ilgili. Her daim tecelli eder mi dersiniz? Ya peki, iyilerin sonunda mutlaka kazanması hakkında ne düşünürsünüz? Eh, iki kere düşünün.
Not: Bu kitabı karanlıkta okuyunuz.