Müzik tarihinde bir gezinti

Gökhan-Akçura-Müzikli-Tarih

İstanbul Şarkıları: Şehrin Müzikli Tarihinde Kazı Çalışmaları

GÖKHAN AKÇURA

Oğlak Yayınları 2019 312 s.

Daha önce, yakın dönem kültür tarihimizin ayrıntı gibi duran konularında yaptığı araştırmaları okuduğumuz Gökhan Akçura, bu defa bizimle “Şehrin Müzikli Tarihinde” yaptığı “kazı çalışmalarının” sonuçlarını paylaşıyor. Kitapta 21 yazı okuyoruz. İncesazla başlayan yolculuğumuz, gazinolara, revülere, saz ve caz vapurlarına, Sulukule’nin eğlence evlerine, diskoteklere uğrayarak devam ediyor. Arada Tango’nun üstadlarından Eduardo Bianco’ya, döneminin en çok resmi çekilen dansçısı Josephine Baker’a, son dans hocası Ardaş Panosyan’a, Tango tarihimizin unutulmaz bestecisi Necip Celâl Andel’e ve hak ettiği ilgiyi göremeyen Neveser Kökdeş’e merhaba diyoruz, rock and roll ve bale tarihimizden sayfalar okuyoruz. Velhasıl, bilgilendirici, yeni meraklara vesile olan ve keyif veren bir kitap.

AHMET EKEN

Kitapta yer alan ilk yazı, “İncesazdan Gazinoya” başlığını taşıyor. Girişinde şu satırları okuyoruz:

“Osmanlı-Türk musikisi ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında ‘kapalı’ hüviyetinden çıkmaya başlar. Artık ‘piyasa’ olarak da adlandırabileceğimiz bir döneme giriyoruz. Musiki ilk defa bahçeler, mesire yerleri, kıraathaneler, daha sonraları gazinolar gibi umuma açık yerlerde icra edilmeye başlanır. Dönemin musikişinasları arasında sihirli bir sözcük dolaşmaktadır: konser. İlk dönemler tiyatro salonlarında ‘umuma mahsus’ biçimde verilen konserler daha sonra ‘açık hava konserlerine’ de dönüşecektir.”

Piyasaya çıkan Osmanlı-Türk musikisinin ilk biçimi incesazdır. Önceleri mesirelerde ve konaklarda icra edilirken, 20. Yüzyıla doğru kıraathanelerde de dinlenir olmuştur. O günleri yaşayıp, yazanlardan öğreniyoruz ki kışları pek çok kıraathanede, yazları ise yine pek çok bahçede, dönemin tanınmış müzisyenleri, mugannileri dinleyici önüne çıkmaktadırlar. İçlerinde Müslüman olmayan kadınlar da vardır. Yerine göre temsillere, Karagöz’lere, orta oyunlarına, kuklacılara, meddahlara da eşlik ederler.

Sonuç olarak umuma açık mekânlar sayesinde Osmanlı-Türk musikisi giderek daha geniş topluluklara ulaşmaktadır. “Ama elbette eski gücünden ve kalitesinden ödünler de veriyordu. Musikinin “piyasalaşma”sı, doğal olarak gerçek musikişinasların tepkisi ile karşılaşıyordu.” Mesela Besteci Udi Nevres Bey (1873 - 1937) , “şimdiki musiki bir meyhane mezesi haline geldi” der, “insan, bir nağmeye bin falso sığdırabilen musiki esnaflarını (!) dinledikçe buhranlar geçiriyor.”

 Ancak bu eleştiriler fazla ilgi görmez. Kıraathanelerde, bahçelerde icra edilen, dinleyeni çok, yeniliklerin ilgi gördüğünün farkında olan müziğin eskisi gibi kalması mümkün değildir.

İncesazdan gazinoya ne zaman geçildiği konusuna gelirsek, Akçura “önce adı gazino olsa da, çok büyük olmayan mekânlar söz konusuydu” diyor ve dönemin yazarlarından alıntılar yaparak, bu yılları anlatıyor. Ve görüyoruz ki bazı gazinolarda incesaz dışında, alafranga müzik yapan yabancı orkestralar da var. Beyoğlu civarındaki mekânların işletmecileri ise kendilerine “Kafe” demişler.

Cumhuriyetle birlikte gazinolar ve yazlık bahçeler hızla çoğalmaya başlar. Artık Müslüman-Türk kadın okuyucular sahneye çıkabilmektedirler ve bir başka yenilik, daha önceleri örnekleri görülse de “solo” şarkıcılık giderek yaygınlık kazanmaktadır. Artık insanlar gazinolara solistleri görmek, dinlemek için gelmektedirler. Kimler yoktur ki? Safiye Ayla, Deniz Kızı Eftelya, Hamiyet Yüceses, Perihan Altındağ, Müzeyyen Senar, Münir Nureddin…

Gazinoların ve bahçelerin bir başka özelliği de her keseye uygun yerler olmaları, cüzi bir giriş ücreti karşılığında dönemin ünlü şarkıcılarının dinlenebildiği yerler olmalarıydı. Kısaca her keseye uygun bir gazino ya da bahçe vardır. Bazılarında yüzlerce kişinin eğlenebildiği bu mekânlar 1980’lerde teker teker kapanır. Bir dönem daha sona ermiştir.

Bu dönemin özelliklerinden bir tanesi de gramofon ve radyonun hayatımıza girmeye başlamasıdır. Müzik dünyasında önemli dönüşümlere yol açan bu iki olgudan gramofonun etkilerini çalışmada bağımsız bir yazı olarak görmüyoruz ama, ses sanatkarlarının bu alandaki faaliyetleri hakkında hayli bilgi var. İstanbul Radyosu’nun emekleme dönemini ise, “Bir Kahramanlık Öyküsü: İstanbul Radyosu” başlıklı yazıda okuyoruz.

Müzik ve dans dünyasının has evlatlarının meşhur mahallesi Sulukule’nin, sonu acı biten hikâyesi kitapta yer alan bir diğer konu.

1930’larda şehirde bir Macar rönesansı da yaşanmış:

“1930 yılında Alkazar Sineması’nda Macar Rapsodisi filmi oynuyordu. Sinemanın ‘sureti mahsusada Budapeşte’den özel olarak getirttiği’ Macar Çigan Orkestrası filme refakat ediyordu. Aynı günlerde ne hikmetse Kadıköy Süreyya Sineması’nda da Macar Sevdası adlı sesli bir film gösteriliyordu. Şehzadebaşı’ndaki Hilal Sineması’nda ise film aralarında Macar trup akrobasi ve trapez numaraları sergiliyordu. Bugün yerinde Fitaş Sinemaları olan dönemin gözde müzikholü Mulenruj’da ise bir Macar revüsü sahne alıyordu… Cumhuriyet gazetesi Maurice Dekobra’nın, konusu Macaristan’da geçen Kadife Alev (Flammes de Velour) romanını tefrika etmeye başlamıştı…”

Ayrıca Macar Peşte amatör futbol takımı da İstanbul’dadır ve art arda üç büyüklerle karşılaşmalar yapmaktadır. Macar izciler, öğretmenler, turistler de gelir. Ve son olarak Macar başbakanı da resmi ziyaretini yapar. Son olarak dedik ama pek öyle değil, çünkü bir yıl sonra Başbakan İnönü de Budapeşte’ye gidecektir. Bir de sık sık radyodan Macar şarkıları duyulur. Velhasıl Türk Tarih Tezi’ne göre zaten Türk olan Macarlar, artık yanı başımızdadırlar.

Ancak mesele bu kadar basit değildir; ciddi ekonomik, siyasi, sosyal sorunlar içerisinde kalmış olan Macaristan çıkış yolu aramakta, güvenebileceği ülkelerle ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadır.

Doğal olarak bu gelişmeler, ülkesinde işsiz kalan pek çok sanatçıya, eğlence dünyasından pek çok insana yaşayabilecekleri bir alan açar ve bu insanlardan bazıları İstanbul’a gelirler. O yıllarda İstanbul'un bütün gece hayatı mekânlarında yabancı ‘artistler’ cirit atmaktadırlar. Sahnelerde çok sayıda müzisyen, dansçı, akrobat, oyuncu görmek alışılmış bir durumdur.

“Ama Macarların yeri farklıydı” diyor Akçura, yazdıklarından öğreniyoruz ki dans hocası veya ressam ya da güreşçi veya müzisyen pek çok Macar, İstanbul’da sanatlarını icra ediyorlar. Ve beğeniliyorlar. Dönemin gazetecileri, sahnede Macar kızlarının yaptığı dansları anlata anlata bitiremiyor.

Fakat mesele o kadar basit değil, sahnenin arkası hayli gridir. Akçura’nın aktardığı Akşam gazetesi yazarı Necmi Erkmen’in 9 Ekim 1938 tarihli yazısı, bu gri dünya hakkında ilginç bilgiler veriyor: “İstanbul’da üç yüz seksen Macar artist vardır, bunların yüzde doksan beşi kadındır… gelen kadınlar Beyoğlu barları tarafından derhal angaje edilir. Fakat bunların yıldızı pek çok söner ve evvelce pek çok para kazanırken ikinci, üçüncü sınıf barlara düşerek (çok daha az kazanır). Nihayet işsiz kaldığı zaman çalışırken biriktirebildiği beş on lirayı harcayarak başka memleketlere göç etmeye imkân arayanları da az değildir.”

Yine aynı yazıdan öğreniyoruz ki Macar artistler az harcayıp, çoğu memleketlerine para gönderiyor ve İstanbul’da aynı semtte oturuyorlar. Ancak çoğu İstanbul’a iki ay gibi süreler için geliyor.

Yabancı aktristlerin Türkiye’de çalışması 1940 yılında çıkartılan bir kanunla yasaklanır ama ne derece uygulanır, o başka! Aradan beş yıl geçer, II. Dünya Savaşı biter, arkasında altüst olmuş bir Avrupa kalmıştır ve bu durumdan rahatsız olan birçok aktrist yine Türkiye’ye gelmeye başlar. 1947 yılında çalışmalarını yasaklayan yeni bir kanun daha çıkar, ama o da uzun süreli olmayacaktır. Yazar, “1950’li yıllar, özellikle İstanbul’da gece yaşamının yeni bir ivme kazanması sonucu yeniden yabancı artistlere ihtiyaç duyacak, geceler başka dünyaların insanlarıyla tanışacaktır” diyor.

20. yüzyılın başlarında Avrupa’nın müzik gündemine giren ve hızla yayılan Arjantin kökenli tango, aynı yıllarda İstanbul’a da ulaşır. Yazar, bir balo programını kanıt olarak gösterip tangonun I. Dünya Savaşı öncesi hayatımıza girdiğini belirtiyor. “Önce gayrımüslim ve levanten çevrelerde tanınmaya başlayan bu yeni dans ve müziği, İşgal İstanbul’unun gelirken plaklarını da getirmeyi ihmal etmemiş! Beyaz Ruslar sayesinde, bazı gece kulüplerinde de Rusça tango bile var! 

Bu müzik yerli bestecilerin de ilgisini çeker ve 1920’li yılların ortalarından itibaren Fehmi Ege, Muhlis Sabahattin gibi müzisyenler, tango besteleri yapmaya başlar. Evet tango bilinmektedir ama yaygınlaşması için etkili bir adım atılması gerekmektedir.

Akçura, bu adımın Arjantin’li müzisyen Eduardo Bianco tarafından atıldığını söylüyor: Avrupa’ya tangoyu sevdiren isim olarak tanınan Bianco, “İstanbul’a ilk kez 18 Aralık 1928 tarihinde gelmiş ve on gün boyunca Opera Sineması’nda konserler vermişti. Bianco’nun dans gösterileri de içeren bu konserleri öylesine tutuldu ki, Bianco Orkestrası 1951 yılına kadar yaptığı bütün konser turnelerinde İstanbul’a uğramaktan vazgeçemedi.” Ayrıca Bianco ve orkestrası Türkiye’deki bazı tango kayıtlarına da katılıp Türk tango tarihinin de bir parçası olmuştur. İlerleyen sayfalarda Akçura, ayrı bir yazı ile, bu müzisyeni daha geniş bir şekilde tanıtıyor. 

Bestekârların, seyircilerin beğenisini kazanan tango, kısa bir süre sonra ses sanatçılarının da gönlünü fetheder ve Afife Hanım, yeni sözler yazılmış yabancı kaynaklı tangoları plağa okur. Bunu dönemin operet primadonnalarından Suzan Lütfullah’ın doldurduğu Türkçe plaklar izler. Aynı dönemde genç besteci Necip Celâl ilk tango çalışmalarını yapmaktadır. Bir süre sonra “Mazi” adlı şarkısıyla Türk tangosunun ilk büyük müzisyeni olarak tarihe geçecektir. Bu tango ilk kez 1932 yılında Seyyan Hanım tarafından plağa okunur.

Aynı yıllarda tango dansı da revaçtadır. Sadece dinlemekle yetinmeyenler dans mekteplerine müracaat edip öğrenmeye çalışırlar.

1950’li yıllardan itibaren tangoya duyulan ilgi azalır, ama ne dünyada ne de Türkiye’de “Bandoneon”un sesi tamamen unutulmaz. Akçura’ya göre tangonun Türkiye’de biraz farklı bir seyri olmuştur:

“Otuz yılı aşkın bir süre yaygın bir tür olarak varlık göstermiştir. Yabancı tangoların yanı sıra, özgün Türkçe söz ve bestelerle yazılan ‘Türk Tangoları’ popüler müzik tarihinde güçlü bir yer kazanmıştır. Öte yandan Türkiye’de tangonun kökenlerindeki macho karakterinden uzaklaşarak bir salon dansı olarak yaygınlaştığını da söylemeden geçmemek gerekir. Türk tango bestecileri kendi ulusal kültürlerinden taşıdıkları ‘doğulu’ motifleri de tangolara katarak, dünya tango tarihi içinde farklı bir kulvar yaratmışlardır”

 1960’lı yılların ilk yarısındayız, İstanbul’da gece hayatının önde gelen mekânları kulüpler, canlı müziğin yapıldığı ve sosyetenin devam ettiği bu yerler güzel günlerini yaşıyorlar ve görünen bunun devam edeceği…

Ama öyle olmuyor, 1964 yılında, tekstil mühendisi Tevfik Dölen’in Sıraselviler’deki Kulüp 12’nin üst katında Türkiye’nin ilk diskoteğini açmasıyla şehrin eğlence yaşamında yeni bir dönem başlıyor. Akçura’nın anlattıklarını dinleyelim:

“Diskjokey’i yakın arkadaşı Emre Serter’di. Emre’nin aslında bu taraklarda pek bezi yoktu ama, Tevfik onun yakışıklı oluşunu yeterli buluyordu. Dört yüz plakla kapıyı açtılar.”

Günün tanınmış popüler şarkıcı ve gruplarının müziğinin çalındığı bu mekânda daha çok viski tercih ediliyor ve “devamlı müşterilerin bitmeyen şişeleri ise bir daha gelişlerinde kullanmaları için bir dolaba kaldırılıyor.” Bu mekâna “seçkin ve genç insanlar” büyük ilgi gösteriyorlar.

Tevfik Dölen’in açtığı diskoteğin kazandığı başarı, pek çok kişinin ağzını sulandırır ve bir yıl sonra yeni diskotekler açılmaya başlar. Bazı kulüpçüler mekânlarını diskoteğe dönüştürür. Kimi kalıcı olur, kimi de olmaz… Ama eğlence tarihimizde yeni bir sayfa açılmıştır artık.

Hoş sedaların tarihinde çıktığımız bu geziyi sona erdirirken son diyeceğim, yazarın pek çok konunun kapısını araladığı olacak. Kitapta, şu veya bu nedenle kısaca değinilen kişiler, olgular yeni araştırmaların gayretlerini bekliyor. Belki, böylece “geçmişimiz arkamızda sadece bir toz bulutu gibi” kalmaz.