JESSIE GREENGRASS
çev. Rabia Elif Özcan Timaş Yayınları 2022 280 s.
“Eğer son insan bensem herkes öldükten sonra burada ne kadar daha kalacağımı merak ediyorum. Bu evde tek başıma kalmak hoş olmayacaktır, ama bence daha da kötüsü seni teskin edecek birileri olmaksızın ölmeye karar vermek. Herhalde çok üşür insan. Çok yalnız kalır. Evin çevresinde son kez dolandığımı düşünüyorum. Pencereleri, kapıları kapattığımı. Sonuncumuz gömülmeyecek. Sona kalan sonsuza dek burada uzanacak, hepimizin sığınağı olan bu ıssız evde. Ve bu ev bizim mezarımız olacak.”
Issız Ev, Jessie Greengrass
Yıllar sonra, bir vefa/t sebebiyle doğduğum köye doğru yola çıkıyorum. Zihnimde çocukluğum, çocukluğumun geçtiği mekân var. Köy bende öyle kalmış: Yaz kış akışını sürdüren bir çay. Çayın iki tarafında sıralanmış bahçe ve tarlalar bu çaydan beslenen iki kanalla sulanıyor. Kilometrelerce uzayan kavak ve ceviz ağaçları. Düzenli sulanan topraklar her yıl köyü besliyor. Çocukluğumda tarlalardan epey ürün toplandığını, bunları satarak geçimlerin sağlandığını hatırlıyorum. Köyde kaldığım üç günde anlıyorum ki, çocukluğumun köyü artık yok. Köyün çayı bütün yaz kuruyormuş. Çayın suladığı topraklar ürünsüz kalmış; sebze-meyve için ekilip biçilmiyorlarmış. Kavak tarlalarından eser kalmamış. Yemyeşil köyü yeni betonarme evler doldurmuş. İklim değişiklikleri, yağmayan karlar, eksilen yağmurlar, dahası her tarafta yapılan sondaj çalışmaları çevrenin yeraltı sularını tüketmiş.
Küresel ısınma ve iklim krizine çocukluğumun köyünde de tanıklık ederek döndüğümde, masamda okunmak üzere bir ekodistopya/roman buldum. Timaş’tan çıkan, Jessie Greengrass imzalı Issız Ev’i okurken içimde hep şu cümle kuruldu: “Kendimize yetecek durumda değiliz!” Değiliz, çünkü tür olarak insan evrene doğar, birey olarak insan teki de insanlığa… Evren insandan gayrı çok şeydir; yeryüzüyle gökyüzü arasında milyarlarca varlık: Toprak, toprağın çocuğu sayısız şey; kuş, gökyüzü, rüzgâr, su, ateş, hava, bin bir cins hayvan… İnsanlık ise bireyi mümkün kılan bir habitat: Aile, toplum, kültür, bütün anlamıyla “ben’den başkası”… İnsan evrene doğmuş ve ancak evrenin tümüyle birlikte mümkün olmuştur. Hayır, evren insan için bir alt birim değildir; insan da dahil bütün varlık formları için bir evdir o. İnsan veya hayvan merkezli bir yer değildir, bileşenleriyle birdir ve birliğiyle kendi başına vardır. Öyledir ama bugünkü durum böyle değildir. Evren, köklü bir müdahaleyle insan-merkezli bir “şey” olmuştur. İnsan evrenden hareketle konumlanmamış, evreni kendinden kalkarak konumlandırmış. Türün kaprisi, arzu ve ihtiyacı insanı “egemen” kılmış. Bütün formlarıyla varlık insan türüne göre kesilip biçilmiş. İnsan evrenden ayrıştığı gibi, insan teki de insanlıktan özerkleşmiş. İnsan için evren ötekiyken, birey için de insanlık… Bütünde bir yerin yerlisi olmak varken, kendini bütün olarak görüp gayrıyı hiçleştirmek (veya nesneleştirmek)...
Bu anlamda insanın yeryüzünde edindiği konum bir yerinden olma, yerinde olmama halidir. Sınırlarından taşarak kendisine ev ve sığınak olan iki bütünün (evren-insanlık ailesi) hukukunu örselemiştir. Sonuç, evren çapında bir kıyamet olmuştur. Bu yüzden yeryüzüne dönüş kaçınılmazdır. Ve tabii ki insanlığa, başkasına… İnsan türü kendi sınırlarına çekilmeli. Simone Weil’in fedakârlık sevgisi dediği bir sevgiyle belirmeli; başkası da var olsun diye daha az var olmayı tercih etmeli. Chul Han, Yeryüzüne Övgü’de şunu demekte haklıdır:
“Yeryüzünün tarihiyle biraz fazla uğraşınca, bugün maalesef pervasızca sömürülen yeryüzüne karşı derin bir saygı duymaya başlıyorsunuz. Yeryüzü sistematik bir biçimde yağmalanıyor. Bizim yeniden yeryüzü karşısında, onun güzelliği, yabancılığı, eşsizliği karşısında şaşırmayı öğrenmemiz gerekiyor. Yeryüzü büyüdür, bilmece ve sırdır. Ona sömürülecek bir kaynak gibi davranırsanız onu zaten tahrip etmişsiniz demektir. (…) Belki de yeryüzü bugün bizden oldukça uzaklaşan mutlulukla eşanlamlıdır. Yeryüzüne dönüş bu durumda mutluluğa dönüş demektir. Yeryüzü mutluluğun kaynağıdır. Bugün onu terk ettik, özellikle de dünyanın dijitalleşme sürecinde. Yeryüzünün canlandırıcı, mutluluk verici gücünü alamıyoruz artık. Bütün dünya ekran boyutlarına indirgenmiş durumda.”
Chul Han böyle yeryüzüne övgüde bulunurken, Jessie Greengrass, Issız Ev’de yeryüzüne ağıt yakıyor. Romanı bir ekodistopya olarak karşılanıyor ama aslında öyle değil, olacak olanı değil olanı gösteriyor çünkü. Uzağın burnumuzun dibine kadar geldiği dünyada yaşanan krizler, tersyüz olan iklim, nehirlerin kentleri basması, yangınların ormanları yutması, faciaların günlük haber olarak kanıksanması, ölümcül bulaşların kayıplarına alışmamız distopya değil, gerçek! Issız Ev’in aktivist ve akademisyen kahramanı Francesca görülmeyen, dahası alışılan kıyamet tarafından parçalanırken bir çıkar yol inşa ediyor. Issız Ev bir imge sadece. Hadsizlik ederek hukuku çiğnenen yeryüzünün ve başkasının göstereni bir işaret.
Jessie Greengrass
Bir sonraki kuşağa, başkasına sığınak, Nuh’un gemisi olsun diye inşa ediliyor. Bütün roman boyunca, kahramanların tümü, yitirilmiş olanı hatırlatıyor. Yeryüzüyle gökyüzü arası bütün varlık formları romanın esas kahramanı olarak beliriyor. Nehir, yamaçlar, tepe, ağaçlar, kuşlar, kapı ve pencereler, insanın insana sığınışı, çıkan rüzgâr, cama vuran yağmur ete kemiğe bürünüyor. Evet, kıyamet bizi gelecekte beklemiyor, şimdi yaşanıyor. Dolayısıyla yeryüzüne ihtiyacımız var, başkasına da… Romanda geçtiği gibi, “Kendimize yetecek durumda değiliz. Böyle bir şey yok. Issız eve, yapısına, korunaklı ve güvenli oluşuna sığınıyoruz, ama bunlar da nihayetsiz olmayacak”.
Yeryüzüne ağıt yakmamak için yeryüzüne dönüş, ona özen göstermek şart! “Özen ve güzel etimolojik olarak akrabadırlar” der Chul Han Yeryüzüne Övgü’de. “Güzel bizi ona özen göstermeye davet eder, hatta emreder. Güzele özen göstermeliyiz. Yeryüzüne özen göstermek insanlığın acilen yerine getirmesi gereken bir ödev, bir sorumluluktur, çünkü o güzeldir, hatta harikuladedir.” Yeryüzüne dönmek ise, kendimizi ona açmak, tür egoizminden kurtulmak demektir. Heidegger şöyle yazıyor:
“Ölümlüler ancak yeryüzünü kurtarırlarsa hayatta kalabilirler. Kurtarmak sadece bir tehlikeden sakınmak değildir, esasen kurtarmak bir şeyi kendi doğal varlığı/özü içinde özgür bırakmaktır. Yeryüzünü kurtarmak, ondan faydalanmaktan ya da onu işlemekten daha fazla bir şeydir. Toprağı kurtarmak ona efendi ya da kul olmak değildir ki bunun sadece bir adım sonrası sınırsız sömürüdür. Ölümlüler, gökyüzünü gökyüzü olarak kabul ettikleri sürece hayatta kalabilirler. Güneşi ve ayı yörüngelerinde, yıldızları rotalarında, mevsimleri bereketliyse bereketli, kıtlıksa kıtlık halinde bıraksınlar, geceyi gündüze ve gündüzü telaşlı bir huzursuzluğa dönüştürmesinler.”
•