ABDULLAH AREN ÇELİK
Everest Yayınları
Abdullah Aren Çelik, sözün ve hikâye anlatmanın hâlâ kıymetli olduğunu işaret ediyor. İlerde Hep Yalnız, hikâye anlatma ve dinlemeye teşne karakterleriyle okuru da bu deneyime ortak olmaya çağırıyor.
İlk romanlar, öteden beri, hem yazarı hem de okur için bir beklenti ve heyecan kaynağı olagelmiştir. Yayın dünyasıyla, ucundan bucağından ilişkilenmiş her yazar/ yazar adayı ilk kitabını yayımlatarak edebiyat ortamına adım atmanın nasıl çetin ve netameli bir iş olduğunu bilir. Bu konuda akıllara ilk elden Orhan Pamuk, Oğuz Atay, Murathan Mungan ve Hasan Ali Toptaş gibi bugün artık kendisini edebiyat ortamında kabul ettirmiş ve hakkı teslim edilmiş yazarlar geliyor. Ama bir de bilmediklerimiz, göremediklerimiz, tanısak, belki de, tutkulu bir okuru olacağımız yüzlerce isim daha var görmezden gelinen. Bugün, en azından kendi indimde hakkının teslim edildiğini düşündüğüm muhtelif yazarların ilk kitap dosyalarını yayımlatma sürecine ilişkin anlattıkları nazarı itibara alınınca, bu durumun her zaman kuvvetle muhtemel olduğu anlaşılıyor.
Murathan Mungan ilk kitabını yayımlatabildiğinde, söz gelimi, yıllardır basılmayı bekleyen beş dosyası olduğundan söz etmişti bir söyleşide, hiç unutmam. Hasan Ali Toptaş’ın deneyimi ise daha ilginç ve trajikomikti; Bin Hüzünlü Haz dosyası yayıncıdan, bize müsvedde dosyayı değil, asıl dosyayı gönderin ihtarıyla geri döner. Dili bir araç değil amaç olarak gördüğünü söyleyen Toptaş’ın dosyasında bile isteye uyguladığı dil ve anlatım tasarrufları, maddi hata olarak değerlendirilir, anlaşılamaz. Velhasıl Türkiye’deki yayıncılık ortamında türü ne olursa olsun, bir ilk dosyayı yayımlatmak, her zaman kolay değildir; sabrınızı sınarlar. Bu yüzden, bu koşullarda kendisini bir şekilde yayımlatabilen ilk kitaplar oldum olası dikkatimi çeker, ilgiye değer olduğunu düşünürüm. Okurun zaviyesinden bakınca ise, yeni bir romanla karşılaşmak, okuma eylemine değin beklenti ufkunun çıtasını yukarı çekmek için iyi bir vesile olabilir.
İlerde Hep Yalnız bir ilk roman olsa da, Abdullah Aren Çelik’in yazıyla kurduğu ilişki yeni değil. Muhtelif dergi ve gazetelerde yazdığı, biraz daha eşeleyince şiirin sularından geçtiği görülüyor. Yazıyla öteden beri kurulan ilişkinin Çelik’in son romanına bakiye olarak yansıdığı aşikâr. Romanın gerek dili ve kurgusu gerekse beslendiği yazınsal art alanın genişlik ve derinliği buna işaret ediyor çünkü. İleride Hep Yalnız, daha beslendiği metinlerarası evrenle kurgu ve tematik bağlamda sergilediği ortaklıkla emek ürünü bir metin olduğunu okura duyuruyor. Roman boyunca, Dino Buzzati, Didem Madak, Tim O’Brien, Dostoyevski, Emerson, Montaigne, Mevlana, Kemal Varol, Cemil Kavukçu, Ursula K. L. Guin gibi isimlerden alıntılanan epigraflarla evrensel ve kadim “arayış” teması ortak bir metinler ormanı ekseninde konu edinilir. Bu yüzden çevrim ağı zengin ve derin bir metinle karşı karşıya olduğumuzu söylemek abartı olmaz herhalde.
Roman, Diyarbakır’ın Pasur (Kulp) ilçesinde, şartların zorlamasıyla bir araya gelen iflah olmaz dört kafadarın bir haritanın izinden giderek “Zeyus’un” definesini bulma çabası olarak özetlenebilir. İki kısımlık romanın ilk yarısı, define arayışına çıkan karakterlerin hâlihazırdaki durumunu ve define işinin nasıl hâsıl olduğuna ilişkin olayları; ikinci yarısı ise define yolculuğunu, bu yolculuğun giderek bir içsel yolculuğa dönüştüğünü ve nasıl sonuçlandığını anlatır.
Kurgunun bilinçli bir bölümlemeye dayandığı roman, Muhtar, Berber Binali, Talip ve Sünnetçi adlı dört karakterin “Zeyus’un” definesini bulmak için çıktıkları yolculuk boyunca yaşadıkları üzerinden gelişir. “Sahtekâr, kadın düşkünü, kalpazan, kumar tutkunu, küfürbaz, yalancı ve düzenbaz” (s.10) olmak gibi hasletleri haiz Muhtar, kasabanın tefecisi Karanlık Nuri’den aldığı borcun vadesinin dolmak üzere olduğu günlerde, hasbelkader gittiği Diyarbakır’da önce Gregor’un hediyelik eşya dükkânında kulak misafiri olduğu, sonra da sokak ortasında öldürülmesine sebep olan “Zeyus’un” definesinin sırrına vakıf olur.
Bu defineye ulaşmak, Muhtar için Karanlık Nuri’ye borcunu ödemek ve yeni bir başlangıç yapmak demektir. Define hayalleri ve heyecanıyla soluğu Karalık Nuri’nin yazıhanesinde alıp konuyu ona açar; fakat başparmağının borcunu geciktirmenin diyeti olarak Sünnetçi maharetiyle kesilmesinden kurtulamaz. Takip eden günlerde kayınbiraderi Berber Binali ile ilçe imamı, iflah olmaz bir aşk kırgını Talip’i vaatleriyle define yolculuğuna birlikte çıkmaya ikna eder. Karanlık’ın yanlarına taktığı Sünnetçi’yle birlikte kare tamamlanır.
Zeyus’un definesini bulmak için çıkılan yolculuk, çok geçmeden karakterlerin kendi iç dünyalarına yaptıkları bir yolculuğa dönüşür. Pek tabii ki romanın temel muradı da bu kendilik arayışında düğümlenir. Hem bölüm başlarındaki epigraflarla hem de anlatıcının işaretlemeleriyle bu niyet dile dökülür. Emerson’un “Hayat varılacak yer değil, yolculuktur” sözüyle, anlatıcının romanın son bölümündeki “Üçü de define için yola çıktıklarını unutmuş, kendi iç dünyalarına gömülmüştü sanki” (s. 215) ifadesi, bu niyeti ve kararlılığı serimler. Başka bir deyişle Çelik, ironik bir dil ve anlatım tutumunun idaresindeki trivial/ eğlencelik bir define arama macerasının içine karakterlerinin bireysel trajedilerini yerleştirmek istemiştir. Oluşturulmaya çalışılan bu tematik kontrast, karakterlerin bireysel düzlemde yaşadıklarını daha görünür kılma amacına hizmet eder.
Romandaki karakterler, tabir caizse, sakatlanmış bir yaşamdan arta kalmış insanlar olarak yer alırlar kurgu düzleminde. Biraz yakından bakınca, Berber Binali ölmüş karısı ve sırra kadem basmış annesinin üzüntüsüyle sakatlanmıştır. Aşk acısını Beşiktaş sevdasıyla avutmaya çalışan ilçenin romantik imamı Talip ise sevdiği kadını bulma umuduyla ailesini, tekkesini terekesini ardında bırakıp Konya’dan Pasur’a revan olmuştur. Define yolculuğuna razı oluşunun temel nedeni de İnas’ın akıbetine dair Muhtar’dan bir şeyler öğrenebileceği umududur. Umarsız Talip’in serencamı romanda şöyle dile getirilir: Peşine düşüp geldiği bu şehrin bile unuttuğu bu küçük kasaba, onu kendi içinde bir yolculuğa çıkarmıştı. İnas’a duyduğu aşkla başlayan yolculuk, kendi içine yaptığı bir başka yolculukla yer değiştirmişti sanki. İçinde adım adım yol alırken, her kavşakta, her durakta İnas’ı işaret eden bir yol levhası karşısına çıkardı muhakkak.” (s. 206-207) Ruhu da dış görünüşü kadar kirli ve çirkin Sünnetçi ise, yıllar önce devlet eliyle maruz kaldığı korkunç işkencelerden bir asi olarak değil, “devlete kul köle olarak dışarı çıkmış” (s.100), yalnız bedeni değil ruhu da sakatlanmış biridir.
Güneşli bir Mart sabahı Pasur’un sarp eteklerine doğru 74 model bir ford pikapla başlayan yolculuk güvensizlik, korku ve koyu bir sisle ıralı bir kayboluşa ulanır. Roman efradının Zeyus’un definesini bularak yeni bir gelecek inşa etme hayalleri hüsranla sonuçlanır. Cehennem Vadisi’nin ortasında yolculuğa çıkma nedenlerini dahi unutarak kalakalırlar. Yolculuğun sonunda Sünnetçi, varoluşuna yaraşır bir şekilde öldürülür; Muhtar ve Berber yaralanırlar. Netice itibariyle, farklı beklenti ve niyetlerle bir araya gelen bu dört insan defineyi bulmak için “bir kazma bile vurmadan yere” (s. 227) başladıkları noktaya dönerler. Beşiktaş maçının radyo yayınıyla açılan sahne, yine bir Beşiktaş maçıyla kapanır. Ancak bu kapanış, anlatıcının Ercan Taner’in ağzından define yolculuğunun hüsranla sonuçlandığına dair ironik bir belirleme olarak da okunmaya ayarlıdır:
“‘Sayın dinleyiciler! Bir maçı kazanmaktan daha önemli şeyler vardır, o da iyi bir oyundur. İlla ki kazanmak gerekmez. Bazan iyi bir futbolun yerini hiçbir şey tutmaz sayın dinleyiciler. Yine de söylemeden geçemeyeceğim. Recep karşı takımın forveti gibi defansta durmasaydı bu maçın sonucu başka olurdu’” (s. 228)
Yolculuk gerçekten de bütünüyle bir hüsranla mı sonuçlanmıştır? İyi futbolla ilişkilendirilebilecek bir şeyler yok mudur bu yolculukta? Neticede herkes Recep’liğe mi mahkûm olmuştur? Çelik, bana kalırsa, bir ihtimal de olsa Talip’in amacına ulaştığını ima etmeye çalışmış gibidir. Romanın son bölümünde, Cehennem Vadisi’nde karşılaştıkları ve muhtemelen sarı mekaplı gruptaki yüzü kapalı kadınla göz göze gelmeleri, Talip’in arayışının bir nebze de olsa anlam kazandığı şeklinde yorumlanabilir. Ama yazar, yerinde bir tavırla, bu sahneyi belirsiz ve yoruma açık bırakmayı tercih eder. Büyük umutlar ve yeni bir gelecek kurma hayalleriyle çıkılan define yolculuğu maddi olarak hüsranla sonuçlanır ama, yolculuk boyunca dört karakterin yaşadıkları, anlatılanlar ve girişilen kişisel muhasebeler, asıl kıymetli olanın varılacak yer değil yolculuğun kendisi olduğuna işaret eder. Bölüm başlarına konan epigraflar ve karakterlerin ağzından dile getirilenler de bu önermeyle bakışımlıdır. Fakat romanın merkezindeki önermenin sadece Talip ve kısmen Berber Binali için geçerli olduğu söylenebilir. Çünkü, biraz yukarıda da işaret ettiğim gibi, Talip, bir ihtimal kayıp aşkı İnas’la göz göze gelebilmiş, içindeki aşk acısını bir nebze de olsa umuda tahvil edebilmiştir. Berber ise bu yolculuğun sonunda, içinde yıllarca bir ukde olarak kalmış annesinin kayboluş sebebini Muhtar vesilesiyle de olsa öğrenebilmiştir. Diğer taraftan Muhtar ve Sünnetçi, tamamen maddi kaygılarla çıktıkları yolculuktan, ne maddi ne de manevi olarak hiçbir şey elde edemeden dönmüştür. Zira biri canından olurken diğeri de yaralı olarak döner. Dolayısıyla ve başka bir deyişle, Bağdat’ı alma çabasının Bağdat’ın kendisinden daha güzel olduğu önermesi, anlatıcının da sempatiyle yaklaştığını sezdirdiği Talip ve Berber için görece geçerli olabilir ancak.
Ancak Çelik’in meramının bununla sınırlı olmadığını da eklemek gerekir. Anlatılan hikâyenin arka planında yer verilen trajik yaşamlar, Diyarbakır özelinde 90’ların Güneydoğu’suna ilişkin izlenimler ve bölgede yaşananlar da Çelik’in eleştiri oklarının hedefi olur. Ama bu eleştiri, ironik söylemin temel kullanım amacına uygun olarak yapılır. Başka bir deyişle romandaki hâkim dil ve söylem tarzı görünüşün üzerindeki örtüyü kaldırarak okuru gerçekle karşı karşıya getirme konusunda iyi ayarlanmıştır.
Walter Benjamin Hikâye Anlatıcısı adlı denemesinde, hikâye anlatıcısının gündelik hayatta hiçbir hükmünün kalmadığından, giderek bizden uzaklaştığından; çünkü enformasyon çağında deneyimin değer kaybettiğinden söz eder. Sakinlerinin karlı ve soğuk gecelerde hikâye dinlemek için “kart kurt, kart kürt, zart zurt sesleri” (s. 43) arasında yola revan olduğu Pasur’da illegal ve kirli bir enformasyon ağıyla soluksuz bırakılan bir yaşamın ortasında, Abdullah Aren Çelik, sözün ve hikâye anlatmanın hâlâ kıymetli olduğunu işaret ediyor. İlerde Hep Yalnız, hikâye anlatma ve dinlemeye teşne karakterleriyle okuru da bu deneyime ortak olmaya çağırıyor.