JEREMY BRECHER
çev. Dilara Kılıç Yeni İnsan Yayınevi Aralık 2020 168 s.
"Brecher’ın stratejisi dünyayı kurtarır mı bilinmez. Fakat en azından içinde bulunduğumuz ve seller, kasırgalar, kuraklık, aşırı soğuk ve aşırı sıcak hava dalgaları, biyoçeşitlilik kaybı, kirli hava, buzulların erimesi ve yükselen deniz seviyeleri gibi nice sonucuyla her gün daha çok yüzleştiğimiz kriz karşısında bizi devletler ve küresel iş dünyasının karşısında daha güçlü kılacağı kesin. Kim bilir, belki yükselen iklim mücadelesi devletleri de artık anlaşmaların, konferansların ötesinde gerçek bir harekete geçmek zorunda bırakır ve krizi durdurmak mümkün olmasa bile tüm canlıların en hasarsız şekilde atlatması sağlanır."
Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Paneli’nin[1] (IPCC) 1988’deki ilk raporu yayınlandığında bilim insanlarının sera gazı salımından kaynaklanan küresel ısınmaya dair söylemleri ilk kez kesinliğe kavuşmuştu. Aslında bir krizin ortaya çıkabileceği 1960’lardan beri biliniyordu. Fosil yakıt kullanımının dünyaya verdiği zararı o yıllarda sosyal çevrebilimci Murray Bookchin yazmıştı.[2] Fakat hükümetler nezdinde bu gerçeğin anlaşılması ya da kısmen dahi kabul edilmesi 20 yıl kadar sürdü.
‘80’lerin sonlarında bir nebze hız kazanan iklim çalışmalarının neticeleri sokakta karşılığını çeşitli eylemler ve bilinçlenen halklar olarak bulsa da, o zamandan bugüne geçen 30 küsur yılda devletler daha çok yerinde saydı. Uzmanların uyarıları ve bilim insanlarınca hazırlanan yüzlerce raporun ötesinde kriz günlük hayatı iyiden iyiye etkilemeye başladı. Günden güne güçlenen iklim hareketinin karşısında ise gerçeğe direnen hükümetler vardı.
İklim aktivisti Jeremy Brecher’ın Yeni İnsan Yayınevi aracılığıyla Aralık 2020’de Dilara Kılıç tarafından Ömer Madra editörlüğünde Türkçeye çevrilen İklim Direnişi: Bir Hayatta Kalma Stratejisi adlı kitabı işte bu karşıtlığa odaklanıyor.
“Hükümetler dünyayı yönetebilirler, ancak bu onların insanlığın ortak mirası olan dünyanın sahibi oldukları anlamına gelmez” diyen Brecher, ilk IPCC raporunun çıktığı 1988’den kitabın yayınlandığı 2014 yılına kadar olan süreci “İklimin Korunmasındaki Başarısızlığın Sebepleri” ve “İklimin Korunmasına Yönelik Makul Stratejiler” olmak üzere iki ana başlık altında topluyor.
Kitap, iklim hareketinin hem başarılı hem başarısız olduğu eylemlerden hatırlatmalar yaparak hükümetlerin tavırlarını mercek altına alıyor. İklim davalarındaki yargı kararları, “adil geçiş” sürecinin en önemli parçası olan işçi sınıfı, anlaşma ve rapor analizleriyle detaylandırılan satırlar nihayetinde, dünyanın kurtuluşunu hedefleyen iklim hareketinin başarıya ulaşması için bir yol haritası çiziyor.
Kitabın ilk bölümü iklim hareketlerine odaklanmış. 1988’den beri iklim değişikliğine ilişkin farkındalığın arttığını söyleyen Brecher, “Onu sade bir gerçeklikten bir eylem motivasyonuna dönüştürecek bir süreç gerekliydi” diyor ve bu motivasyonun kaynağını da “iklim değişikliğinin sorun teşkil etmesi” olarak belirliyor. Yani, iklimin değiştiği ve dünyayı tehdit ettiği artık bir gerçeklik olarak hayatımızın içinde. Bu bir yandan“yaşamın sürekliliğine dair umutlarımızı zayıflatırken” bir yandan yarattığı farkındalıkla iklim hareketlerinin fitilini ateşliyor.
Hep “uzak bir gelecek” olarak kurguladığımız ya da sadece köşede kalmış birkaç haberden, siyasi gündemin içinde hep harcanan, arka plana atılan bilimsel raporlardan okuduğumuz krizin ortasına düşüyoruz. Kriz domino etkisiyle ilerliyor; insan eliyle inşa edilen termik santraller, kömür ocakları, madenler, yine insan eliyle yok edilen ormanlar dünyanın havasını, suyunu, toprağını kirlettikçe dünya kasırgalardan buzullarda erimeye kadar bir “yok oluş” ile karşılık veriyor.
İşte bu karşılığın yarattığı farkındalık üzerine başlayan süreç, 1992’de Rio de Janeiro’da yapılan Yeryüzü Zirvesi’nden[3] 2009’daki Kopenhag İklim Zirvesi’ne[4] kadar birçok resmî girişimle ve sivil toplum nezdindeki çeşitli gayri resmî hareketlerle daha da görünür hale geliyor. Brecher, üst düzey ve halk düzeyindeki bu girişimlerden elde edilen kazanımları, başarısızlıkları, ulusal veya uluslararası düzeydeki karar ve anlaşmalardaki boşlukları, yapılan çalışmaların niteliğini kronolojik bir sırayla inceliyor.
Üst düzey girişimler tahmin edilebileceği gibi ya yetersiz ya başarısız kalıyor ya da sadece girişim olmaktan öteye geçemiyor. Brecher burada peşin bir hüküm kurmaktan kaçınarak girişimleri tüm detaylarıyla ve sonuçlarıyla anlatıyor. Örneğin, Rio’daki Yeryüzü Zirvesi dünyanın ortak geleceği için evrensel ve uzun vadeli adımlar atılabileceğine dair umutlarla başlamıştı. Ancak bir tarafta dünya kaynaklarını ölçüsüzce kullanan gelişmiş ülkeler, bir tarafta gelişmek isteyen yoksul ülkeler vardı. Günümüzde bile hâlâ devam eden bu ayrılık zirvenin kendisini gerçekleştirememesinin en büyük nedeni olmuştu.
Bunun dışında girişimlerin başarısızlığındaki en büyük paylar gelişmiş ülkelerle bağlantılı olarak fosil yakıt endüstrisine, inkârcı politikacılara ve her yıkımın arkasına adını altın harflerle yazdıran neo-liberalizme düşüyordu.
Yazar bu konuyu daha kısa, yalın ve net bir özetle anlatmak için okuyucunun da kafasında ısrarla kendisini hissettiren “Neden” sorusunu soruyor:
“Dünyanın bu uzun vadeli ve ortak sorunu fark etmesi neden bu kadar zordu?”
Sonra da cevaplıyor:
“Dünyanın ekosferini koruma gerekliliği, dünyanın en güçlü kuruluşlarını tehdit ediyordu. (…) Bu kurumların zaman ufukları, çocuklarımızın ve torunlarımızın yaşam süreçlerine göre değil, bir sonraki seçim dönemi ya da üç aylık rapor dönemlerine göre belirlenmişti.”
Öte yandan halk düzeyindeki girişimler çeşitlenip gelişiyor. İklim aktivizmi değişikliğe uğrarken bilim odaklı ve teknokrat tutumların yerini çevreci, insan haklarını ve toplumsal adaleti savunan toplumsal hareketler alırken “iklim adaleti” kavramı ön plana çıkıyor. Yazar, kitabın sonunda çizdiği yol haritasına bu kavramı da ekleyerek “adil geçiş”ten yana bir tutum almış. Tarım, maden ve enerji gibi birçok sektörde değişimi zorunlu kılan iklim krizine karşı izlenecek politikalarda başta işçi sınıfı olmak üzere mağdur olabilecek her kesimin ancak böyle bir yolla direnişe dahil edilebileceğini de sözlerine eklemiş.
Kitabın ikinci bölümünü ise iklimin korunmasına yönelik yöntem ve stratejilere ayıran Brecher, kesin bir dille şiddetsiz, yasal ve doğrudan yapılacak küresel bir direnişten yana kendini konumlandırıyor. Tercihinin nedenini hem hukuki argümanlar içeren teorilerle hem örnek eylemlerle ve bunların sonuçlarıyla okuyucuya açıklıyor.
Kitabın bu bölümündeki en vurucu yer iklim hareketinde sınırları değersiz kılarak küresel ortak çıkarların önemini vurgulaması ve bu noktada iklim krizini durdurmak için yürütülecek mücadeleyi bir ütopya olmaktan çıkarıp iklimi ve dolayısıyla dünyayı korumanın mümkün olduğunu en saf ve somut haliyle okuyucuya sunması.
Özellikle “Yasal bir görev olarak iklimin korunması” bölümünde verdiği örnekler ufuk açıcı nitelikte. Kişiye hem kendi hem de toplumsal hareketlerin gücünü hatırlatıyor. İklim kriziyle mücadelede termik santralden madene, doğalgazdan kömüre kadar hükümetler eliyle sürdürülen ekolojik yıkıma karşı gösterilen direnişin hukuksuzluğa karşı hukuku savunmayı amaçladığını, üzerinde yaşayan tüm canlıların ortak mirası olan dünyada hükümetlerin bütün hoyrat ve yıkıcı politikalarına rağmen, ne kadar değersiz ve geçici olduklarını hissettiriyor.
Kitabın son başlığı “İklimin korunmasının önündeki engelleri aşmak”. Brecher, bütün anlatılarını ve aynı zamanda iklim aktivisti olmasının avantajıyla birlikte deneyimlerini çözüme yönelik, uygulanabilir, adil ve eşitlikçi bir perspektifle çizdiği yol haritasıyla biz okuyuculara sunmuş.
James Breecher
Dünya düzeniyle ilgili engellerin, kalplerimizdeki, akıllarımızdaki soru(n)ların satırlarda bir bir gerçekçi çözümlere kavuştuğu yer burası. Üstelik bu yol haritası sadece kişisel davranışlarımızı değiştirmemiz ya da toplumsal hareketlerin ivme kazanması için yazılmamış. Harita fosil yakıtlara olan bağımlılığa karşı enerji alternatifleri için kurduğu stratejiyle ekonomiyi koruma altına alarak ilerliyor ve iklim kriziyle mücadele eden bir dünyaya geçiş esnasında mağdur olabilecek kesimler için öneriler sunarak güçleniyor.
Brecher’ın stratejisi dünyayı kurtarır mı bilinmez. Fakat en azından içinde bulunduğumuz ve seller, kasırgalar, kuraklık, aşırı soğuk ve aşırı sıcak hava dalgaları, biyoçeşitlilik kaybı, kirli hava, buzulların erimesi ve yükselen deniz seviyeleri gibi nice sonucuyla her gün daha çok yüzleştiğimiz kriz karşısında bizi devletler ve küresel iş dünyasının karşısında daha güçlü kılacağı kesin. Kim bilir, belki yükselen iklim mücadelesi devletleri de artık anlaşmaların, konferansların ötesinde gerçek bir harekete geçmek zorunda bırakır ve krizi durdurmak mümkün olmasa bile tüm canlıların en hasarsız şekilde atlatması sağlanır.
Ve fakat, unutulmaması gereken en önemli şey vaktimizin daraldığı. Brecher, kitabı kaleme aldığında henüz 2014 yılındaydık. Aradan geçen 8 yılda Paris İklim Anlaşması’nı,[5] “dünyanın son şansı” olarak nitelendirilen 26. COP’u,[6] ulusal ve uluslararası düzeyde iklim taahhütlerini içeren anlaşmaları gördük, uzmanların ve bilim insanlarının yeni uyarılarını dinledik, daha da güçlenen iklim hareketinin eylemlerini izledik.
Birleştiğinde ortaya müthiş bir görüntü veren bu kalabalıktan umduğumuz sonucu ise henüz alamadık. Nisan 2022’de yayınlanan son IPCC raporuyla[7] öğrendik ki, devletler artırılmış ve güçlendirilmiş yeni hedefler belirlemezse dünya 2100 yılına kadar 3,2°C’lik ısınma yolunda ilerliyor. 1,5°C sınırı için ise “fırsat penceresi” kapanmak üzere.
O yüzden Brecher’ın giriş bölümündeki sözlerini tekrar okumakta fayda var:
“İklimin korunması için mükemmel bir strateji bekleyecek vaktimiz yok; hepimizin görevi, bulabileceğimiz en iyi stratejiyi bulmak ve harekete geçmektir.”
•
NOTLAR:
[1] Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (Intergovernmental Panel on Climate Change, kısaca IPCC), Birleşmiş Milletler’in iki örgütü Dünya Meteoroloji Örgütü ve BM Çevre Programı tarafından 1988’de insan faaliyetlerinin neden olduğu iklim değişikliğinin risklerini değerlendirmek üzere kurulmuştur.
[2] “Fosil yakıt kullanımı (kömür ve petrol) her yıl yaklaşık 600 milyon ton karbondioksitin havaya salınmasına sebep olmaktadır. (…) Atmosferi örten ve gitgide büyüyen bu ağır karbondioksit örtüsü, dünyadan salınan sıcaklıkla birlikte oldukça yıkıcı fırtınalara, kutup buzullarının erimesine, deniz seviyelerinin yükselmesine ve geniş alanlarda sel baskınlarına sebep olacaktır.” (Murray Bookchin, 1964)
[3] Rio De Janeiro, 3-14 Haziran 1992
[4] Kopenhag, 7-19 Aralık 2009
[6] Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 26. Taraflar Konferansı (COP26), Glasgow, 31 Ekim 12 Kasım 2021
[7] IPCC 56. Oturumu, Çalışma Grubu III Altıncı Değerlendirme Döngüsü (AR6) Politika Yapıcılar için Özeti, Nisan 2022