ÖZLEM NARİN YILMAZ
Ayrıntı Yayınları
“Ben bunu görmüştüm” veya “bunu bir yerlerden hatırlıyorum” hissi, burada derde deva bir açıklama olabilir. Hepimiz, bazen o açıklamaya başvuruyoruz... Huzursuz Periler, bu minvalde bir roman.
Benzer bir şarkıyı, farklı zamanlarda başka kişilerin ağzından duymak, hayatın bize oynadığı garip bir oyun. Şüphesiz, insanların ve sözlerin yolu kesişiyor. Acıların, mutlulukların ve hayallerin de öyle. Belki de hayat bu yüzden şaşırtıcı olduğu kadar kimi anlarda çok tekdüze.
Yaşananların, düşünülenlerin ve yapılanların benzerliği, hepimizi acılara ve heyecanlara sürüklüyor. “Ben bunu görmüştüm” veya “bunu bir yerlerden hatırlıyorum” hissi, burada derde deva bir açıklama olabilir. Hepimiz, bazen o açıklamaya başvuruyoruz.
Huzursuz Periler, bu minvalde bir roman. Özlem Narin Yılmaz, bahsi geçen açıklamayı, zihnindekileri kâğıda dökmek için didinen bir kadının hikâyesiyle harmanlıyor. Geçmişle bugünün bağlantısını sözcükler yardımıyla kurmaya uğraşan kahramanımız, kendisinden önce başkalarının aynı yoldan geçtiğini fark ediyor. Zaten hayat, bu ayırdına varışlarla yaşanmıyor mu? Herkesin derdi kendine ama nereye kadar? Yılmaz, biraz da bu sokağa saparak ilerliyor.
Kitabın başkahramanı Hayal’in kendi düşündeki yazarla ailesinden kalan defterlerin sahibi birbirine yaklaşıyor. Temize çektiği defterler, Hayal için manevi bir öneme sahip: “Geçmişten geleceğe taşınacak bir emanet, pek de bilmediği ailesinin geçmişini aydınlatan bir fener…”
Gülperi Hanım’ın günlüklerini yeni yazıya aktaran Hayal’in zihninde, bir yandan da Nurperi Hanım kaleme kâğıda sarılıyor. Böylece emanet defterlerle geçmişe dönüyor, Nurperi Hanım’la da geleceğe uzanıyor. Yazılan ve yazılmayan, yazılmaya çalışılan sözcükler ise ikisinin de ortak noktası.
Gülperi Hanım, Hayal ve Nurperi Hanım’ın ortaklığı sadece sözcüklerden ibaret değil. Bir taraftan da kütüphaneler, kitaplar ve başka birçok mekân, farklı zamanlarda ve hayallerde üçünün de girip çıktığı, anılar biriktirdiği yerler. Hayal’i sarıp sarmalayan geçmiş, nostaljik ve hüzünlü bir yapıdan, bugününü şekillendiren bir kişiliğe dönüşüyor. Çoktan gitmiş olanlar bir şekilde yanında saf tutuyor ve beraberce yaşamaya devam ediyorlar. Hayal, aynı anda iki resim çiziyor: Birincisi, defterlerini deşifre ettiği Gülperi Hanım yardımıyla geçmişin, ikincisi de zihnindeki yazar Nurperi Hanım’ın portresi…
Defterleri okudukça Hayal’in karşısına çıkanlar, bazı bazı bir masalı andırıyor. İçinde hasretler, aşklar, mutluluklar barındıran bir masal… Geçmişteki hayatlar, “yazılsa bu kadar olur” denebilecek bir anlatının parçası haline geliyor.
Hayal, derine indikçe kendisinin canını sıkan bir şeyle de karşılaşıyor: Hiç yan yana görmediği annesini ve babasını düşündükçe hüzünleniyor; bunun çözümünün de sözcüklerde olduğunu hissediyor: “O kadar umutsuz bir durumda olduğunu hissetti ki yapabileceği tek şey yazmaktı. Oturup kusar gibi sayfalar dolusu yazmak istiyordu. Mutlu bir aile hikâyesi yazmak istiyordu. Ne zamandır zihninin odalarından birini onlara ayırmıştı. Orada öylece oturuyorlardı anne, baba ve kızları. Hayal, ne zaman o odaya göz atsa başlarını çevirip bakıyorlardı. Unutulmaktan korkarak ama bir gün hayat bulacaklarına olan inançlarını yitirmeden bakıyorlardı.” Hayal’in Gülperi Hanım’ı anlama çabası da yazmak istediği mutlu hayat metni de zaman zaman araya giren romanlarla ve şiirlerle “kesintiye” uğruyor.
Gülperi Hanım, hikâyede günlükleriyle var oluyor ve defterlerinde yüklü bir geçmişi taşıyor. Nurperi Hanım ise Hayal’in zihninde bir gidip bir geliyor. İkisini birleştiren Hayal, içlerinde en kanlı canlı olanı. Kafasında uçuşan cümlelerin ayağını yere bastırmaya uğraşıyor. Takvim, 1999’u 2000’e bağlayan geceyi gösterdiğinde manzara bu şekilde.
Gülperi Hanım, romanın güçlü bir figürü. Onunkiyle Hayal’in kendi hayatı arasında kurduğu, daha doğrusu defterler ortaya çıktıkça bulduğu paralellik dikkat çekici. Belki kendisindeki eksiklikleri tamamlayan, geç kalmış bir kahraman. Üstelik onun kaleme aldıkları, zamanla amansız bir yarışa da gönderme yapıyor. Hayal’in kendisiyle yarışmasına ve didişmesine de benziyor söz konusu durum. Bu anlardan birinde, Nurperi Hanım’ın “sesi” duyuluyor: “Hayatın bir kadına bahşettiği en değerli hediyedir yazmak. Yazabilenler baş edebiliyor. Bir tür göğüs germe ve karşı koyma gibidir kadın için yazmak.” Yılmaz, bunu yorumlamayı biraz da okura bırakıyor; yazmanın, bir gizli bahçe veya sığınak olabileceğini düşündürüyor. Öbür taraftan da bu eylem, yazan için bir iç dökümüyle beraber, hem kendisiyle hem de olup bitenle hesaplaşma alanı… “Koşulların esiri olmaya” bir başkaldırı hali de denebilir buna.
Gülperi Hanım’ın, 1915 İlkbaharı’nda günlüğüne düştüğü notlar, nişanlısı Aret’le var olan koşullara isyan etme durumuna evriliyor. Sürgüne, ayrılığa ve çekilen acıya isyan, satırlara yansıyor. Bunları deşifre eden Hayal ise tüm o acıyı iliklerine kadar hissedip kendisini Gülperi Hanım’ın yerine koyduğunda, ağzından dökülen cümle her şeyi özetliyor: “Herkes kendi hikâyesinde yaşlanacak.”
Bir ömürlük hikâyelerin beraberce yürüdüğü Huzursuz Periler’deki ana karakterlerin dışında, her bir yan karakter de en az onlar kadar güçlü. Sinan’dan, Fazilet Hanım’dan, Aret ve Ali Cevdet’ten biri eksik kalsa roman tökezleyecekmiş izlenimi uyandırıyor. Böylece kitabın malzemesinin ve kurgusunun sağlam olduğu sonucuna rahatlıkla ulaşabiliyoruz.
Bir günlük, içinde yaşanan, yaşanmayan ve yaşanabilecek kaç hayat barındırır? Tüm bunları hesaplamaya kalktığımızda, işlem bizi kabarık rakamlarla karşılaştırıyor. Önemli olan, yazılanları ve taşıdığı anlamları keşfetmek. İşte Huzursuz Periler, bize böylesi zorlu bir işlem ve tanıklık sunuyor.