MURAT SEVİNÇ
April Yayıncılık
“Hey Garson!” siyaset yazılarıyla tanıdığımız, kendi tabiriyle işsiz akademisyen Murat Sevinç’in, bir süredir alanı dışına çıkıp ara sıra kaleme aldığı “gurbet anılarının” toparlanmış hâli. Ama bu “alan dışı” karmaşık bir mesele. Alan dışı demek aslında bazı kusurların affı için mazeret sunmaktır. Oysa yazıda her şey alanın içindedir! Hodri meydan...
Dünyada uzun ya da kısa süreli başka bir diyarda bulunmanın edebiyatı epey geniştir. Bir “vesile edebiyatı”dır. Başka bir coğrafyaya türlü nedenlerle göçüş, gidiş, başka kültürleri görme, öğrenme ve yaşamına adapte etme, ötekinin de farkına varma ama hepsinden çok kendine dışardan bakabilme edebiyatıdır bu. Bildiğin gurbet edebiyatı, diyeceksiniz. Aksine, ben bizde pek bilinmeyen bir konudan söz ettiğimi sanıyorum.
Bizdeki gurbet, yâd ellere düşme hâlidir. Gurbet edebiyatı da gurbet türküleri gibi (yazının başlığı buna gönderme, açıklayıcı bir dörtlüğü için dipnota göz atınız!) yâd ellere düşmenin edebiyatıdır. Eller yâd’dır, yadırgıdır! El kapıları ne beterdir! Ah! Olmayadır, yere gire, parça pınçik oladır şu gurbet! Çünkü bizde gurbete düşülür! Elin adamı, seyyah olur, dünyayı gezer, öğrendiğini, gördüğünü, gözlemini, kıyasını yazar; bizim adamın ilk gurbete gidişi hep kafayı duvara vurmakla sonlanır. Oysa bu kafa darbesi bir son değil, başlangıçtır adam olana. Bazıları aldığı bu darbeyle silkinir, kendine bir daha bakar, başka bir gözle bakar. Gurbet düşündürür onu. Sevdiklerinden, evinden, yurdundan uzaklaştırsa da kendine yaklaştırır gurbet, hiç olmadığı kadar. Her şeyden en uzak olduğun an, kendine en yakın olduğun andır. Sıkılan son paragrafa geçsin(!) Diğerlerine birkaç şey daha diyeceğim:
Aslında gurbet, içine gömüldüğün yerdir. Bir görme biçimi, bir fırsattır. Bazıları da iflah olmaz; gittiği yer onu ötekileştirmezken o, yerliyi ötekileştirir, dünyanın sahibi gibi asar keser, aşağılar, medeniyet, tarih dersi verir. Tarih kimindir? Medeniyet nereye hastır? Hiç ilgilenmez. İşte, bu iki “bazıları” arasındaki farkı, yani gurbete bu iki bakış arasındaki farkı biraz eğitim, biraz sınıf, biraz ideoloji, biraz da beyin denen organın vücuda hükmetme yeterliliği belirler. Ki tümü ilişkilidir. Eğer ilişkili olmasa, neden aynı tipte “bazıları” el kapısında “cheesecake”in hastası olup öz yurdundakine ıslama ekmeği layık görsün, üstelik bunu milliyetçilik falan adına yapsın?
Şimdi, mevzunun “derinliğini” hemencecik kavrayan okurun bana şunu sorduğunu duyar gibiyim: Sen gurbeti “Batı” ile bir mi kullanıyorsun? Onlara “yes” diyorum! Gurbet, gariplik yabancılık, yabancı yerde bulunma falan. Arapça. Ha, bunun sülasî mücerred denir iki mastarı daha var: Garb ve garabet. Garb, hem Batı, hem güneş batışı (bu yüzden Batı), hem gözden kaybolma. Garabet, şaşılacak şey, gariplik. Gurbet de bunlarla ilişkili bir kavram olmalı. “Batı şaşımı” deyivereyim de gülüp geçelim. Gurbet: Batıya şaşma hâli! Olsun mu?
Hey Garson! siyaset yazılarıyla tanıdığımız, kendi tabiriyle işsiz akademisyen Murat Sevinç’in, bir süredir alanı dışına çıkıp arı sıra kaleme aldığı “gurbet anılarının” toparlanmış hâli. Ama bu “alan dışı” karmaşık bir mesele. Alan dışı demek aslında bazı kusurların affı için mazeret sunmaktır. Oysa yazıda her şey alanın içindedir! Hodri meydan...
Kafasına akademiyi koyduğu yıllarda, daha öğrenciyken dil öğrenmek için gittiği İngiltere’de geçen yaklaşık bir iki yıllık garsonluk macerasını anlatıyor Murat Sevinç. Hani girişte, gurbetin Batı’da “vesile edebiyatı” olduğundan dem vurmuştuk... İşte, Murat Sevinç’in dili de kurgusu da buna yakın. Ama şu Batı’ya şaşma hâli yok mu derinlerimizdeki... Yani yâd eller edebiyatı... Diliyle, duygusuyla... Murat Sevinç gibi dili ve içeriği sağlam bir akademisyen bile sıyrılamamış sanki o hâlden. “Hikâye” demeyip “anı” diye altını çizmem de bu yüzden. Arka kapakta Özgür Mumcu’nun da dediği gibi, güncel mi (sarsıcı şekilde güncel, demiş), evet güncel, ama sarsıcı değil! Oysa yazarın gerek dili gerekse donanımı (öncelikle hukuk ve siyaset alanı) bu metinleri sarsıcı bir edebiyat hâline getirmesine tartışmasız elveriyor. Güncellik kimin umurunda? Samimi, eğlenceli mi? Kesinlikle evet. Ufuk açıcı mı? Yine aynı donanım bunu da sağlayabilecekken, değil. Peki, bu neden böyle?
Şahsi kanaatim, edebiyat yayınları dışında yayınlanan yazıların derlenerek kitap yapılması, okunan köşe yazarlarına sıkça kurulan bir yayınevi tuzağı. “Türkiye’de ortalama müşterinin garsonlara davranışı, bana kalırsa insan onuruna aykırıdır” (s. 45) ve devamında gelen “Garsonlara teşekkür edilmediği için, demokrasi de olunamıyor. Nasıl analiz ama!” gibi yerli yerinde, bilinen ama yazılmayan net tespitlerin ve ironilerin daha edebî bir kurgu içinde, daha edebî bir üslûpla sunulması ve Murat Sevinç gibi bir ismin kitabında bunlardan çokça olabilmesi işten bile değilken, 18 yaşındaki gurbette garson Murat’ı, 40 küsur yaşında ve yılların birikimi eklenmiş Murat’ın zapt edemeyişi, bir ilk metin acemiliğine maruz kılmış Hey Garson’u. Ancak bu bir kusur değil. Kusursa da yalnızca yazarın değil.
Hey Garson’la aynı anda okuduğum, (H)itler’in günbegün koskoca bir ülkeyi nasıl teslim aldığını kendi gözlem ve yaşadıklarıyla aktaran ve kanaatimce 1914-1933 arasını hiç anlatılmadığı kadar berrak anlatan, eşsiz siyasal, hukuksal ve toplumsal tespitler yapan meslektaşı Sebastian Haffner (Bir Alman’ın Hikâyesi, İletişim)’ın edebiyatını beklediğimiz bir yazardan, sıradan garson anıları çıkarmak kesinlikle editör ve yayıncılığın sorunu. Bilmem ki anlatabildim mi? Kendinize kıyamazken yazarlara hiç kıymayın efendiler(!)