İktidar söylemine karşı: Herkes Her Şeyin Farkında

Herkes-Herşeyin-Farkında

Herkes Her Şeyin Farkında

ANIL MERT ÖZSOY

Everest Yayınları 2021 90 s.

 

Gazeteci-yazar Anıl Mert Özsoy’un sekiz öyküden oluşan kitabı Herkes Her Şeyin Farkında, Everest Yayınları’ndan çıktı. Ezilenleri, gölgede kalanları, yitirilenleri, dağ köylerini, penceresiz bulaşık odalarını, ilaç bulamayan hastaları, asker kurşunuyla ölenleri, babaları tarafından vurulan kız çocuklarını anlatan kitap iktidar eliyle yazılan tarihi hedef alıyor.

METİN YETKİN

Anıl Mert Özsoy 1992 yılında Fethiye’de doğdu. Ekonomi eğitimi alan Özsoy, gazetecilik faaliyetlerini yürütürken çok sayıda dergide edebi ürünlerini yayımladı. Gazete Duvar’ın yazı işleri müdürü olan yazarın ilk kitabı Korku Yokuş Aşağıydı 2017 yılında, çocuklar için kaleme aldığı ikinci kitabı Yeniden Deniz Olmak 2018 yılında yayımlandı. Son kitabı Herkes Her Şeyin Farkında’yı incelemeden önce Özsoy’un eserlerini öncelikle onun gazeteci kimliğine paralel olarak değerlendirmek gerektiğini söylemeli, çünkü karşımızdaki, öncelikle gazeteci olduğunu vurgulayan bir yazar. Şüphesiz yazın tarihinde bu gelenekten beslenen pek çok yazar var, yazın hayatıyla gazetecilik faaliyetlerini paralel gören Orwell mesela. Öyle ki, Burma Günlükleri’ni okuttuğu bir üstadı bu kitabın ilk halini beğenmeyip eseri haber derlemesi olarak değerlendirmiş, Orwell da eseri yeniden kaleme alarak gazetecilik geleneğiyle edebi geleneği tek potada eritme zorluğunun üstesinden gelmiştir. Başka bir örnek vermek gerekirse, Márquez’in Escobar tarafından kaçırılan ve onu kurtarma operasyonunda öldürülen Diana Turbay’dan esinlenerek kaleme aldığı, ne derece kurgusal olduğu tartışma konusu olan Bir Kaçırılma Öyküsü isimli kitabı.

Bunlar aklıma bir çırpıda gelen örnekler, çünkü gazetecilik geleneğinden gelen yazarların çoğunun derdi benzer: İktidarın tarih-yazımını, yani resmî tarihi yıkarak alttan üste doğru bir tarihsel bakış sergilerken onu eleştirel kılmak. Bu aynı zamanda tarihyazımının da bir sorunsalıdır. Tarihin üç ayağı özne, mekân ve zaman farklı bakışlar doğurmuştur. Marksist tarih özne sorunsalını ele alırken, Annales ekolü mekânı ve zamanı ön plana koyar. Öte yandan tarihin diğer bilimlerle ilişkisi de sosyal bilimleri kaynaştırmıştır; sosyolojik tarih, antropolojik tarih doğmuştur. Bununla birlikte edebiyat-tarih ilişkisi de tarihyazımının önemli sorunsallarından biridir, çünkü tarih, ne kadar nesnel olursa olsun, kişi-zaman-mekân üzerinden bir kurguya oturtularak yazılır. Böylece anlatıya dayalı –narratif– tarihyazımından bahsetmek de mümkün olmuştur. Bu tarz tarih anlayışı klasik tarihyazımını kırmakla kalmamış, alttan üste doğru bir tarih anlayışı da sunmuştur; çünkü Ranke ekolü klasik tarih anlayışında tarihçi devlet arşivine boş bir kafayla girerek dokümanlar üzerinde çalışır ve elde ettiği bulgular onu bir tarihe yönlendirir. Oysa devlet arşivinde halka değil, “büyük isimlere” yer verilir. Halk ötelenir. Ancak “halk” sözcüğüne dahil olan her birey de müstakil olarak tarihin öznesidir. Benedict Anderson’ın terimiyle, hayal edilmiş cemaatin milliyetçi söylemi bu özneyi görmezden gelir. Hayal edilmiş cemaat, aralarında dil, din, ırk birlikteliği olmayan bir insan kitlesini birtakım soyut bağlarla, Hobsbawm’ın ifadesiyle gelenek icat ederek, tek bir bütünmüş gibi kurgulama işlemidir. Bu işlemin en kuvvetli tutkalı dil ve dile bağlı olan edebiyatla tarih bilimleridir. Milliyetçi söylem iktidar politikasına göre sürekli değişen, sürekli değiştiği için de kitleleri manipüle etmek için kullanılan bir stratejidir. Bu stratejinin kırılması toplumsal hafızanın diri tutularak iktidar söyleminin/resmî söylemin alaşağı edilmesinden geçer. Nitekim Evrensel gazetesine verdiği bir röportajda toplumsal hafızanın diri tutulması gerektiğini vurgulayarak şöyle diyor Özsoy:

“İktidarın yazdığı tarihi reddediyorum. Yeni bir tarih yazılacaksa, bunu emekçiler ve her demde ezilenler yapacak. İktidarın anlattığı sözüm ona şanlı zaferlerin karşısındaki gerçek her gün mıh gibi zihnimize işliyor.”

Dolayısıyla Herkes Her Şeyin Farkında’yı okurken yazarın bu tavrı göz ardı edilmemeli.

“Babama,/eve dönmek için…” ithafıyla başlayan kitap, “Pekmez”, “Havaya Pus Düştükçe…”, “Durmuş Bir Saat”, “Çağrılmayan”, “Eve Dönmek İçin”, “Bitmeyen Kışın Soğuğu”, “Telefondaki Ses”, “Boşluk” isimli sekiz öyküden oluşuyor. Başlangıçta Ahmet Kaya’nın “İçimde Ölen Biri Var” şarkısından, sonda ise Ahmet Erhan’ın bir şiirinden olmak üzere iki alıntı mevcut. Betimlemenin pek yer almadığı, olay ağırlıklı, sinematografik öyküler hepsi. Öykülerin birçoğunda genellikle polisin yahut askerin temsil ettiği iktidarın “öteki” olarak kodlanmış insanları nasıl ezdiği konu edilmiş. İlk öyküde Rojin isimli bir kız çocuğunun gözünden kayıp evlatlarının bulunması için toplanan annelere polis müdahalesi anlatılıyor mesela. İkinci öyküde ise ilaç bulunmadığı takdirde ölmesi kaçınılmaz olan Sultan’ın kocası Rahmet’in çabası söz konusu. Karısını yaşatmak için muhtara, imama giden Rahmet, son çare olarak komutanlığa gider ve “Komutan!” diye haykırırken “Kimsin?” diye soran askerin rastgele ateşi sonucunda ölür. Üçüncü öyküde ise duvara slogan yazdığı için polis işkencesine maruz kalan Necmi’yi okuyoruz. Yerde duran düğümlü hortum ülkemizde tanınan bir işkence aleti ki, bir emniyet müdürünün lakabı olagelmiş… Kısaca, slogan yazdığı için insanlık suçuyla öldürülmüştür Necmi.

Üç öykünün ortak özelliği iktidar şiddetinin “kitaba” yani “resmiyete” uygun olması. İlkinde polis, annelerin yaptıklarını “kanun dışı” olarak niteleyerek şiddetini meşrulaştırır mesela. İkincisinde Rahmet’in ölümü nöbet defterinde “vukuat yok” olarak geçer. Üçüncüsünde ise sağlık görevlisi işkenceye rağmen “gerekli kayıtları” tutmuştur. Böylece zulmünü meşrulaştıran iktidar, işkenceden katle varan suçlarını birkaç resmî kelimeyle geçiştirmiş olur.

Anıl Mert Özsoy

Dördüncü öyküden itibaren farklı temalar ve farklı iktidarlar görürüz. Dördüncü öykü, dedesinin ölümüyle köyüne giden Doktor Yakup’u anlatır. Babası, Yakup’a ideallerinin peşinden gittiği için küstür, fakat dedenin cansız cesedinin etrafında aslında üç kuşak bir araya gelmiş, bir neslin acıları, pişmanlıkları, yitimleri ortaya konmuştur. Beşinci öyküde ise köyden kuzeni Eren’in yanına, çalışmak için şehre gelen Erdal’dır konu. Eren ona hemen çalıştığı yerin bulaşıkhanesinde iş bulmuştur. Burada Erdal’ın psikolojisi öne çıkar. İlkin şehrin insanları farklıdır, gözünü kadınlardan alamaz ve mahallenin kedilerini besleyen karşı komşu Ebru’nun göğüsleri aklından çıkmaz. Bulaşıkhane karanlıktır, lamba kırılmıştır, üstelik sanayi tipi bulaşık makinesinin çıkardığı ses Erdal’a askeri, kurşun seslerini, kısacası travmalarını anımsatır. Ebru’yla iletişime geçmek için kedilere süt verir. Ebru onu kedilere en iyi mamaları verdiğini, sütün kedilerde parazit yapacağını söyleyerek azarlar. Nitekim biri hariç kedilerin hepsi ölecek, Ebru onu hayvanları zehirlemekle suçlayacak ve Erdal tam da iş bulup düzenini kurmaya başlarken ilk otobüsle köyüne dönecektir. Altıncı öyküde iktidar ataerkil gelenekler ve bu sistemin temsilcisi babadır. Öğretmen Ahmet derse iki öğrencinin geç kaldığını fark eder: Ceylan ve Nejat. Ergenliğin başlarında olan bu iki çocuk gecikmişlerdir, çünkü Nejat parmağıyla Ceylan’ın bekâretini alır. Bunu gururla arkadaşlarına anlatır. Neticede durum anlaşılınca babası Ceylan’ı vurup kaçarken, kızın yakın arkadaşı Ayşe de bu travmayla birlikte, usturasıyla kasıklarını keserek kendini okul tuvaletinde öldürür. Burada çift iktidar söz konusudur: İlki devlet, ikincisi kızını öldürmeyi babaya hak gören ataerkil örfi yapı. Yedinci öykü ise sevdiği kadının düğününü ihbar ederek jandarmanın boş yere insanları tutuklayıp düğünü mahvetmesine sebep olan Piç Seyfi’nin İhbarcı Seyfi’ye dönüşümü konu edilir. Son öykü Paris’te yaşayan, çevirmenlik yapan Pertev’i anlatır: Yıllarca gurbette yaşadığı için yaşama sevincini yitiren Pertev, köydeki arazinin kentsel dönüşümünden sorumlu olan müteahhidin teklifini köydeki evlerinin kapısını göndermesi koşuluyla kabul edip, bütün umutlarını o kapının gelişine bağlar. İlginçtir ki gelecek olan kapıdır, bunu muştulayacak nesne ise başka bir kapıdır. İki kapının arasında, gurbette bir adamdır Pertev.

Öykülerde konu edilenleri topladığımızda, Türkiye’nin “öteki”si ilan edilmiş insanlara dair alternatif bir tarihin gerek bireysel gerek toplumsal boyutlarıyla ve çeşitli veçheleriyle kurguya yansıtıldığını söylemek mümkün. Hoşlanmadığım bir tabirle ifade etmek gerekirse, Özsoy “Doğu sorununa” kalemini bükmeden değinmiş. Bu tabiri kullanmaktan muradım, Edward Said’e az da olsa temas etmeyi istemem. Bilindiği üzere Said, Kudüs’te Hıristiyan bir ailenin çocuğu olarak doğmuş, Mısır’da Batılı bir eğitim almış ve 1948’den sonra ABD’ye taşınmıştır. Yersiz-yurtsuz ve sürgün bir entelektüel olan Said, eserleriyle tarihyazımına farklı dikkatler sunar. Kendisi gibi sürgün olan Adorno’dan ve İtalya’daki Kuzey-Güney sorununu irdeleyen Gramsci’den istifade eder. Said, “oryantalizm” kavramıyla Doğu’nun sistematik şekilde nasıl Doğulu eylendiğini ve buna boyun eğmek için nasıl sürekli olarak Doğululaştırıldığını ifade ederken önemli bir noktaya temas eder: Doğu olmanın ilahi/teolojik değil, dünyevi/seküler bir başlangıç noktası olarak görülmesine. Böylece geçmişe dönerek Doğulu olmaklığı edilgen bir kabul olarak görmek yerine, bu kimliği politik bir özne haline getirir. Yine bu sayede Arap-Amerikan olarak çoğulcu bir bakış açısıyla özdeşleşme mekânı olan yurda, uyumlanma uzamına, müzikten aldığı bir terimle, “kontrapuntal” bir perspektifle bakar. Kabaca, geçmiş kültürle yeni kültür arasındaki diyalektik ilişkiye eleştirel bir bakış geliştirir.

Bu nokta önemli, çünkü Özsoy’un metinlerinde Doğu güzellemesi yahut Doğu ajitasyonu yoktur. Asker postalıyla ezilen mazlum halk da Doğudur, kızını namus için vuran babalar da… Bu yazının boyutunu aşsa da, öyküleri Said’in görüşlerinden hareketle okumak yetkin okura pek çok kapı açacaktır diye düşünüyorum.

Son olarak, gazetecilik-yazarlık etkileşimine yeniden dönmek gerekirse şunu söyleyebiliriz: Gazeteci olan biteni nesnel ve sade bir biçimde aktaran, en azından bununla yükümlü olan kişidir. Öte yandan gazetecinin mayasında muhalif olmak vardır, çünkü iktidar mekanizmaları her daim gerçeği kendilerine göre şekillendirmek, milliyetçi söylem üzerinden halkı manipüle etmek ister. Böylece gazeteci, iktidarla savaşı olan angaje kişidir de. Tabii ki öykücülükte böyle bir zorunluluk yoktur, neticede kurgudur, anlatıdır, uydurmacadır ve estetik yalandır. Ancak bunların hiçbiri yazarın gerçeği anlatmasına ve iktidara kafa tutmasına engel değildir, yeter ki estetik biçemi ıskalamasın. Herkes Her Şeyin Farkında bilhassa sinematografik yapısıyla bu biçemi ıskalamayan bir kitap. Yazar şimdiki zaman, geniş zaman ve görülen geçmiş zamanı ve kipler arası geçişleri, eksiltili cümlelerin yoğunluğunu metni canlandırmak, sinematografik iskeleti sağlamlaştırmak, istediği vakit okuru yabancılaştırmak için titizlikle kullanmış, kısa iç monologlarla azla çoğu anlatmıştır. Eserin beğenisi okura kalmış bir konudur, iyi-kötü, güzel-çirkin sıfatları her edebi eser için müphemdir. Ancak Herkes Her Şeyin Farkında’nın hedefine ulaştığı rahatlıkla söylenebilir.