Hayvan ve insanlara fısıldayan kitap

Hayvanların Tarafı

Hayvanların Tarafı

NAZLI KARABIYIKOĞLU

Everest Yayınları

Hayvanların Tarafı’nda sınırlar çizenlere inat, ısrarla o sınırları aşmaya zorluyor okuru. Karabıyıkoğlu, bildiğimiz bir hikâyeyi anlatırken onun karanlıkta kalan taraflarından söz etmeye çalışıyor. 

ALİ BULUNMAZ

İnsanoğlunun hikâyesi eski. Ama geçmişi bizden evvele dayanan, hatta bugün ayak bastığımız her noktanın önceden sahibi olan başkaları da var. İnsanın kendisini hayvanla eşitlediği ve sonra da onun önüne geçtiği (geçtiğini sandığı) zamanlar yaşıyoruz. Böylesi anlarda en azından kendimize hangi aynadan baktığımızı anlamak için filmi biraz geriye sarmak faydalı olabilir.

Nazlı Karabıyıkoğlu’nun Hayvanların Tarafı adlı kitabı, bu açıyı yakalayıp deklanşöre basıyor. Her şeyi olduğu gibi ortaya koymuyor elbette; mümkün mertebe sezdirip dikkatimizi o yöne çekmeye uğraşıyor.

Derebeyi’nin topraklarında

Dünyayı bir orman, yaşamı avlanma olarak düşünenler, sınırları kesin biçimde çizilmiş hayattan ve kurallardan bahsetmeye başlayınca devreye bazı ayrımlar giriyor: Erkekler, kadınlar, hayvanlar ile av ritüeli, avın kuralları ve sonunda kuralların bozuluşu… Karabıyıkoğlu, öykülerinde ya da hangi ismi vereceğimizi kestiremediğimiz metinlerinde, derebeylik dönemini anımsatan veya çağrıştıran bu verileri, kimi zaman betimliyor bazen de tersyüz ederken ayağı toprağa basan insanla toprağa yabancılaşmadan doğan gerilim de buna eklemleniyor.

Aslında mesele, özgürlük-tutsaklık ikilemiyle de ilgili. Özgür bedene karşın tutsak zihin ya da tam tersi; sonsuz-sınırsız gibi görülen doğanın içinde duvarlarla örülü bir yaşamın, insanı hangi hallere getirebileceğini Karabıyıkoğlu, hem kendisiyle hem de okurla tartışıyor.

Karabıyıkoğlu, çoğu zaman belli belirsiz duran ama hayatımızı etkileyen sınırlardan da bahsediyor. Bir çiftlik, bu anlamda bir mikrokosmos olarak karşımızda dururken oradaki üç kişi, hepimizden bir parçaya sahip âdeta. Bazı bazı nobranlığın hüküm sürdüğü bu durum, yaşamımızdan bir kesit barındırıyor.

Adı geçen nobranlığın nedenleri ise bize hiç yabancı değil: Açgözlülük, hırs, düşmanlık… Ne kadar çok şeye sahip olursak (metinlerdeki Derebeyi gibi) hırsımızın balonu o kadar şişiyor. Karabıyıkoğlu, acaba bu yüzden mi hayvanların tarafına gönderme yapıyor? Hayvanlardaki hırs yoksunluğunu vurgulayıp onların vahşi doğasını da hesaba katarak yukarıdaki sorunun yanıtını düşünmek gerek. Belki anlatıcının şu cümleleri bize yardımcı olur: “Hayvanların tarafına geçtiğimden beri yaşamak zorlaştı. Sineklerle dahi konuşabilmek sürekli atlarla konuşup geceleri dağdaki kurtlarla ulumak çiftliğin Bey’ine ters düştü. Hâkim olan oydu, her şeyin ve herkesin dilinden anlardı. Şimdi bir kadın çıkmış onun atlarını zapt ediyor, doğasına söz geçiriyordu. Çiftliğinde tutmak için binbir dil döküp bütün güzelliklerini, kendi evindeki terk edilmiş piyano dâhil, sunan Derebeyi, toprağına sımsıkı tutunarak filizlenen bu asi otu, ayağının altında ezivermemek için dayanılmaz bir istek duyuyordu.”

Av ve avcı olabilme ihtimali

Karabıyıkoğlu, hayvanların halleriyle insanınkiler arasındaki çizgiyi aşıp benzerlikleri, zaman zaman da çizginin gerisinde kalıp büyük farkları resmetmeyi deniyor. Bu yüzden doğanın ortasında da buluyoruz kendimizi gürültünün patırtının eksik olmadığı şehirde de.

Nerede yer alırsak alalım, kitaptaki metinlerin hatırlattığı gibi önemli bir gerçek hep yanı başımızda: “Dünya çıplak, yürek çıplak, insan aklını yitirdiğince çırılçıplaktı.” Böylece geliyoruz bir başka sınıra: Delilikle salimlik, çılgınlıkla sakinlik arasındaki sınıra… Bunlardan hangisine dâhil olduğumuzu kavramamız için aynaya kendi başımıza bakmak yetmeyebilir, bazen bir başkasının gözüne ihtiyaç duyabiliriz. İşte Karabıyıkoğlu, metinleriyle biraz da bunu yapmaya uğraşıyor sanki; hepimize, bildiğimiz bir hikâyeyi anlatırken onun karanlıkta kalan taraflarından söz etmeye çalışıyor. Daha doğrusu, hayvanların tarafına geçmenin, hem av hem de avcı olabilme ihtimalini barındırdığını anlatmaya çabalıyor.

Karabıyıkoğlu, roman gibi kurguladığı, farklı pencerelerden aynı avluya baktığı metinlerle sesleniyor bize. Elbette taraftarı olduğu birileri var ama okuru kısıtlamadan kendi haline bırakıyor; “hangi yanda durmak istiyorsanız oraya geçin” dercesine önümüze kişiler ve olaylar sürüyor.

Tenhalarda bunalır, kalabalıkta serbestçe dolanırken birbirine zincirlenmiş benliklere rastlıyoruz; onlar bizi çağrışımlara, çağrışımlar da sonuçlara götürüyor. Hayvanların Tarafı, sınırlar çizenlere inat, ısrarla o sınırları aşmaya zorluyor okuru. Hal böyle olunca içinde, kabullenişleri betimleyen ama sonuçta onlara isyanlar barındıran metinlerin toplamı bir kitap karşılıyor bizi.