Haydarpaşa’da bir kahraman

Haydarpaşa'nın-son-memuru

Haydarpaşa’nın Son Memuru

BAŞAR ÖZTÜRK

Ayrıntı Yayınları 2021 192 s.

Başar Öztürk yeni romanı Haydarpaşa’nın Son Memuru’nda tarihî Haydarpaşa Garı’nın dönüşüm hikâyesinden yola çıkıyor, ana karakter Efes’in İstanbul’daki hayatında, kendisini bir an olsun yalnız bırakmayan karakterleriyle başlayan kendini keşfetme yolculuğunu iyi kotardığı ruhsal analizlerle bezeyerek sosyo-politik bir hikâyeye dönüştürüyor.

BURAK SOYER

“21 Kasım 2020 tarihinde TBMM Komisyonu’nda yaptığı konuşmada ‘Haydarpaşa Garı eski Türkiye’de kaldı. Yeni Türkiye’de Marmaray var’ açıklamasını yapan Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu, geçtiğimiz şubat ayında Haydarpaşa Garı’nı ziyaret ederek incelemelerde bulunmuştu. Dört yıldır restorasyon çalışmalarının devam ettiği Haydarpaşa Garı’nda çalışmaların sonuna gelindiğini ifade eden Karaismailoğlu kazı alanında arkeopark kurulacağını, Haydarpaşa Garı’nın da ‘kısmen’ demiryolu faaliyetlerine devam edeceğini söylemişti.” 26 Mart 2021 tarihli bu haber Gazete Kadıköy’den Erhan Demirtaş’a ait. Haberde Adil Karaismailoğlu’nun açıklamasına karşı verecek bir cevabımız yok maalesef. Bakan haklı! Evet, İstanbul’da adım attığımız her yer gibi, 1908 yılında yapılan ve İstanbul’un en önemli simgelerinden biri olan Haydarpaşa Garı da rant altyapılı “eski Türkiye”de kaldı ama romanlarda yaşıyor. Hem de hiç romantik olmayan, gayet gerçekçi bir biçimde yazılan satırlarla… Ayrıntı Yayınları etiketiyle çıkan Başar Öztürk’ün yeni romanı Haydarpaşa’nın Son Memuru, TCDD’de avukat olarak işe başlayan Efes Katipoğlu’nun Haydarpaşa Garı’na atanmasıyla hem genç avukatın hem de tarihî garın trajik dönüşümünü iç içe geçirerek sosyo-politik bir hikâye sunuyor.

Eski tüfek solcu babasının vefatının ardından Ankara Ayrancı’da on beş yıldır dandik bir evde oturan Efes Katipoğlu, kara kuru tipli, hayatı epey aksak yaşayan, sosyal ilişkileri topal giden ama edebiyat, sinema ve müzikle kendini doldurmuş, iş arayan bir adam. Bizde şarkıcı adaylarının olmazsa olmazı, eserlerin ilk Sezen Aksu’ya dinletilmesi kuralının bürokrasideki karşılığı olan milletvekili torpilinden Efes de yararlanıyor ve TCDD’deki avukatlık iş ilanına başvuruyor. Mülakatlara giriyor ve en büyük kozu olan “Hamili kart yakinimdir” yazan kart sayesinde işe kabul ediliyor. İlk ataması da İstanbul Haydarpaşa Garı’na yapılıyor. İlk mesai gününde Baba Ali’yle karşılaşıyor ve bu L favorili babacan adam onu imza işlerini halletmek için Yağmur isimli bir çalışana yönlendiriyor. Mevzu bittikten sonra da ikisini odasına kahve içmeye davet ediyor. Burada Baba Ali’nin Yağmur’a verdiği ev ödevinden haberdar oluyoruz: Heinrich Böll’ün İlk Yılların Emeği’nden… Ve üçlünün ilerleyen zamanlarda artacak samimiyetinin temelleri atılıyor. Kaderin bir cilvesiyle fenerinin düğmesini yakmasıyla Efes, Yağmur’la aynı lojmanda altlı üstlü oturmaya başlıyor.

Efes, İstanbul akşamlarında turlayıp biralama yaparak Baba Ali ve Yağmur’la muhabbeti iyice ilerletip “kendi çakralarını” zorlayarak şehre iyiden iyiye alışıyor. Genç avukat içinse hayatın seyri Baba Ali’nin ödev olarak verdiği filmleri Yağmur’la beraber izlemeye başlamasıyla değişiyor. Yine böyle bir akşam birlikte İngiliz Mezarlığı’na gidiyorlar. Ölüm üzerine yaptıkları derin muhabbetin ardından gelen Efes, Yağmur’a tam da kendinden beklenecek biçimde hislerini pat diye söylüyor ve Efes için “içli şarkılar geceleri” başlıyor. Ancak bir akşam Baba Ali’yle Çiçek Pasajı’ndaki rakı seansından sonra Efes lojmana döndüğünde Yağmur’un sarkıttığı, içinde kakaolu kek olan sepetle karşılaşıyor. Keke saplanmış kürdanın üzerindeki “Ben de seni…” notu ise Efes için yepyeni bir dönemin başlangıcını müjdeliyor.

Efes ile Yağmur bir gün son seferinin üzerinden kırk yıl geçen meşhur Orient Express’in Paris-İstanbul arasında yapacağı bir seyahat için görevlendiriliyorlar. Soluğu Paris’te alan çiftimizin İstanbul yolculuğu başladığında, trende foyası sonradan çıkacak Jacques Ferdinand’la tanışıyorlar. Jacques ikiliyi akşam yemeğine davet ediyor. Masada Jacques’ın tiradının ardından Efes’in, “Her şey bir sınıf meselesidir” çıkışıyla kitaptaki en uzun ve en doyurucu diyalog başlıyor. Nietzsche, Adorno, Marx, proletarya, burjuvazi kelimeleri havada uçuşuyor. Önermeler birbiri ardına patlıyor. Yolculuk sona erip tren Sirkeci Garı’na yanaştığında, Efes artık hiçbir şeyin aynı olmayacağını içinden söylüyor: “Jacques haklıydı, artık bir hafta önce o lojmandan çıkan kişiler değildik.”

Gar mesaisi günleri devam ederken çiftimiz kararı alıyor. Nişan hazırlıklarına başladıklarında da işyerinde Haydarpaşa’nın artık gar olarak hizmet vermeyeceği fısıltısı dolaşmaya başlıyor. Elbette bu fısıltılar her zaman olduğu gibi doğru çıkıyor. Yeni yılla beraber seferlerin Pendik’ten başlayacağı doğrulanıyor. STK’lar, sendikalar karara karşı çıkıyor. Eylemler başlıyor. Bir basın toplantısında da “Kadıköy Habitat” projesi adı altında Haydarpaşa Garı’nın kültür, sanat ve turizm için yenileneceği, kamuya ait yerlerin de özelleştirileceği açıklanıyor. Bir ÇED yönetmenliği gereği de Efes bu projede görevlendiriliyor. Bundan sonra ihaleye kadar olan süreçte Efes bir iç hesaplaşmaya girişiyor. Zira onun Boğaz manzarasını Rus bir milyardere kaptırmaya niyeti olmadığını anlıyoruz. Haydarpaşa, Efes için hem kendine hem etrafındaki insanlara hem de yaşadığı yere bağlılığının “sorumluluğu” haline geliyor.

Nihayet ihale toplantısı başlıyor. Jacques ve Katarlı bir kişi dışındakiler çabuk pes edip ihaleden çekiliyor. Jacques sonunda tek başına kalıp “nevaleyi” kapatıyor ve alkış sesleri içinde proje Jacques’a veriliyor. Ancak tam bu sırada Efes devreye giriyor. Mikrofonunu açıp, “Evet. Ben komisyonun kamu kısmını oluşturan üyelerinden TCDD Haydarpaşa Garı 1. Bölge Müdürlüğü avukatı Efes Katipoğlu. İhale sürecini düzenleyen ÇED Yönetmeliğinin 32. Maddesi’nin dördüncü fıkrası gereği ret oyu veriyorum ve ihaleyi geçersiz kılıyorum” diyerek Jacques’a golünü atıyor. Televizyonlardan canlı olarak Haydarpaşa’nın gar olarak kalacağı duyuruluyor. Efes kahraman oluyor ve projeye karşı çıkanlar tarafından “Haydarpaşa’nın Son Memuru” ilan ediliyor. Ancak maalesef ilerleyen sayfalarda olaylar böyle devam etmiyor.

Başar Öztürk kitabında başta Efes, Baba Ali ve Yağmur’la birlikte emekçileri de içine aldığı “çember”de yarattığı karakterlerin geçmişlerinden gelen kalıntıların saklı olduğu ruhu çok doğal bir biçimde okuyucuya anlatıyor. Araya serpiştirdiği, yıllardır Türkiye edebiyatında okuduğumuz, filmlerinde izlediğimiz “bürokratik ağzı” harfiyen konuşturmasını biliyor. Haydarpaşa’nın Son Memuru, “Ah, nerede o eski İstanbul” klişesine düşmeden, sonuna rahatlıkla “gerçek olaylardan esinlenilmiştir” notu düşebileceğimiz bir roman.

 

NOT: Kitabın arka kapağındaki açıklamada, “Gara avukat olarak atanan Efes; Baba Ali, Aysel ve diğer karakterler eşliğinde hayatına yeni anlamlar, yeni ve değerli yaşantılar eklerken gar binasının dönüşüm projesi ile zor günler yaşayacaktır” yazıyor. Devamında da, “… bir yandan Aysel ile kurmayı düşledikleri yuvayı…” cümlesi var. Sanıyorum buradaki Aysel, kitaptaki Yağmur. Zira kitapta Aysel diye bir karakter yok! Söz yayınevinin…