JAMES WOOD
Çeviri: Ülker İnce Can Yayınları
James Wood için “Kurmaca okumak, apaçık ve önemli bir açıdan, eyleme dökülemeyecek düşüncelere sahip olmaktır.” Wood, Hayatın En Yakın Benzeri kitabında, okurların özgür düşünceyi temel almaları gerektiğini de imâ eder.
James Wood, hiç tanımadığı bir adamın ölümünün ardından düzenlenen anma törenine katılır. Onlardan biri olmamasına (bir yabancı olmasına) rağmen oradadır. “Ne dehşet verici bir şey,” der, “[bir insanın] hayatının en önemli, destansı olayının ölümü olması.” Geriye kalanın ise konuşmacıların tanıklık ettiği neşeli anılardan ibaret olduğunu ifade eder.
Brandeis Üniversitesi’deki konuşmalarını derleyip toparladığı Hayatın En Yakın Benzeri kitabında Wood, kendi deyimiyle hayatın “ilk ve son” sorusuna yoğunlaşır: Neden? Bu sorunun, hayatın elimizden kayıp gidişine bir karşı çıkış olduğunu öne sürer: Mademki öleceğiz, niçin yaşıyoruz? Bu soru, yazarı çocukluğuna götürür; tutucu bir ailede büyüyen yazar, erken yaşta bu soruyu kendisine ısrarla sorarak zamanla nasıl bir kuşkucuya dönüştüğünü ve Tanrı’ya başkaldırı refleksi geliştirdiğini anlatır. “Neden” sorusu, Wood’un Tanrı’ya başkaldırısında karşılığını bulmuştur.
Wood, edebiyatın vazgeçilmez teması olan ölümü irdelemeye başlar. Hikâye anlatıcısının rolünün tam da burada ortaya çıktığını belirtir. Walter Benjamin’in “Bir öyküyü aktarılabilir kılan şey ölümdür” lafını hatırlatan Wood, öykü anlatıcısına otoritesini kazandıran şeyin ölüm olduğundan ve bu yönüyle yazarların tanrıcılık oynadığından dem vurur. İşte, Wood’un “Neden?” adını verdiği ilk bölümde, ölüm gerçeği üzerinden yaşamı ve edebiyatı nasıl sorguladığını, itiraf hâlindeki yazarın güncesinden okuruz. Değil mi ki edebî metinlerde sınırları uydurmacı olarak yazar belirler. Yaratmayı, daha doğrusu uydurmayı Tanrı rolüne soyunmakla eşdeğer görür. Zira biz yazdık diye seçim yapar, biz yazdık diye ölür bir karakter. Romanlarda ayrıntı ile örüntü arasındaki hareket, günlük hayatın sıradan işleriyle romanı roman yapan derindeki anlamla ifadesini bulur. Bir hayatın bitmiş, tamamına ermiş örüntüsü olarak edebiyat.
Eserinde anı ile eleştiri arasındaki çizgiyi muğlaklaştıran yazar, saklamaya öncelikle büyük doğruyu, bir ateist olduğunu saklamakla başladığını ve daha sonra küçük doğruları saklayarak devam ettiğini itiraf eder. Edebiyatın, özellikle de kurmacanın bu gizleme alışkanlığından bir kaçış fırsatı sunduğunu söyler. “Kurmaca okumak, apaçık ve önemli bir açıdan, eyleme dökülemeyecek düşüncelere sahip olmaktır; bir şeyi düşünmekle yapmayı birbirinden ayırmak gibi seküler ve insanî bir hakkımızın bulunduğu iddiasında bulunuruz” derken Wood, okurların edebiyat sığınağına önyargısız girmeleri, özgür düşünceyi temel almaları gerektiğini de imâ eder. Tıpkı yazar adaylarına verilen “sevgililerinizi öldürün” tavsiyesinde olduğu gibi, bu önerinin de dayanağı güçlüdür
“Ciddi biçimde gözlemlemek” başlıklı ikinci bölümde Wood, Çehov’un “Öpücük” öyküsü üzerinden hikâye anlatıcısının gözlem yeteneğini irdeler. Çehov’un bu öyküsünde, Ryaboviç isimli bir subay vardır. Kısa boylu, vaşak gibi bıyıkları olan, utangaç bir adam. Bu sebeple de gönül ilişkilerinde acemidir. Bu adamın başından bir olay geçer; balo salonunun karanlık bir noktasında kim olduğunu anlayamadığı bir kadın tarafından yanağından öpülür. Ortada bir yanlış anlaşılma vardır. Bir adamın hayatından kesittir bu. Çehov bu öpücüğün detaylarını akılda kalacak şekilde ustaca aktarsa da Ryaboviç, bu olayı arkadaşlarına beceriksizce anlatır. Bu hikâyeyi özel kılan ve Wood’un kalemine de yansıyan en önemli unsur, Ryaboviç’in hikâye anlatmakta, yaratıcısı Çehov kadar yetkin olmamasıdır: “Ryaboviç, öyküyü anlatmanın bu kadar kısa sürmesine şaşırdı. Bu öpücüğü anlatmaya bütün gece devam edebileceğini düşünmüştü.” Çünkü Ryaboviç, bir Çehov değildir. Ve kadının onu öptüğü sırada yanağının sanki naneşekeri sürtülmüş gibi yandığını veya odanın leylak, akkavak ve gül koktuğunu söyleme yetisinden mahrumdur. Wood, Ryaboviç’e gereken şeyin Çehov’un “ayrıntıları gören” gözü olduğunu söyler.
Wood, bu bölümde Çehov’un “Öpücük” öyküsüyle birlikte Henry Green’in Loving romanındaki ayrıntılara da yer verir. Ayrıntıları hikâyenin ta kendisi olarak anlamlandırır. Her insanı, ayrıntılarla dolu olan kendi hikâyesinin yazarı olarak tanımlayan yazar, “belleğimin her zaman mayalandığını, bir dakikalık anıların kabarıp koca somunlara, onar dakikalık düşlemlere dönüştüğünü fark ediyorum” der. (s. 50) Gerçek hayatta nesnelere, doğal dünyaya ya da insanlara bakmak için bu kadar çok zaman harcamadığımızı ama yazarların harcaması gerektiğinin altını çizer. Bakmak ile görmek arasındaki fark burada önemli bir yer tutar. John Berger’in “Çizmek bakmaktır” sözüne atıfta bulunan Wood, bir ağacın görünümünün bir saniye sürerken onu gerçek anlamda görmenin ve onu tasvir etmenin dakikalar ve hatta saatler alabileceğini, bu şekilde bir okurun da görmekle bakmak arasındaki farkın ayırdına varabileceğini ve görmeyi öğrenebileceğini söyler.
Wood, daha önce London Review of Books’ta yayımlanan kitabın son bölümünde ise yurt, göç, sürgün ve yurtsuzluk kavramlarına kendi “yumuşak” göçmenliği üzerinden yaklaşır. 1965, Durham (Birleşik Krallık) doğumlu yazar, 20 yıldır ABD’de yaşamaktadır. Orayı yurdu bellediği de pek söylenemez. Geçmişi olmayan, onun için eski çağrışımlar taşımayan bir yerdir ABD. Yurdu da bu anlamsızlıktan azade değildir: “Yurt, ulaşılabilir bir gerçeklik olarak yok olduğu için bir duyarlılık olarak kabarır” (s. 104). İngiltere’ye dönünce, düğününde giydiği takım elbiseyi yıllar sonra yeniden giymiş gibi hissetmesi de bu yüzdendir. Tıpkı ilk bölümdeki “Neden” sorusunun ruhunda yarattığı boşluk gibi, burada sorduğu “Ben buraya niye geldim” sorusu da cevabını tam olarak bulamaz. Bu sorunun açtığı o boşluğu gündelik hayat ve “neşeli anılar” doldurur.
Yazar, bir insanı yurduna bağlayan bağların gevşeyerek kişinin yurdunu kalıcı ya da geçici olarak terk etmesi için yurtkaçkınlığı ifadesini uydurur. Bu hâliyle, Lukács’ın fizikötesi yurtsuzluk deyimini geliştirerek “seküler yurtsuzluk” tanımını yapar ve bir mülteci gibi sosyo-ekonomik, siyasal sebeplerden dolayı ülkesine dönemeyen değil, dönebilecek imkânı olmasına rağmen dönmeyenleri buraya yerleştirir: “Sürgün yakıcı, ağır, dönüştürücü bir olaydır ama yurtsuzluk, ayrılış ve geri dönüş ekseni üzerinde hareket ettiği için iyi karşılanan, sıradan, gerekli ve süreğen bir şey olabilir. Taşradan metropole ya da bir toplumsal sınıftan ötekine doğru bir hareket söz konusudur. Benim annemin İskoçya’dan İngiltere’ye gelişi, babamın işçi sınıfından orta sınıfa geçişi, benim Durham’dan Londra’ya kısa yolculuğum bu türe girer.” (s. 119)
Hayatın En Yakın Benzeri, Ülker İnce’nin çevirisiyle okurlarını bekliyor.