MUZAFFER KALE
Can Yayınları
Muzaffer Kale’nin öyküleri birer durum öyküsü, yani anlatacak bir olayı, başı sonu belli bir akışı olmayan, hatta akmayan, zamansız öyküler. Hayata ve insana dair durumlar bunlar. Betimlemeler yok. Cümleler kısa...
“Az söyle
Mendilin görünür görünmez
Pipon yarı dolu
Küçült kağıtlarını küçült
Gündelik şiirimizin.”
Oktay Rifat’ın yukardaki dizelerinde şiir için söylediğini acaba öykü için de söyleyebilir miyiz?
“Öykünün kağıtlarını küçültmek” deyince, Cortazar geliyor aklıma; sonunda öylece kalakaldığım, sonra dönüp bir daha okuduğum çarpıcı kısa öykülerini hatırlıyorum. Bizim edebiyatımızdan ise önce Ferit Edgü, sonra biraz daha gerilere gidersek Sait Faik’e uzanıyorum...
Öykü kısalırsa ne olur?
Şiire benzer mi? Yoksa şiir mi olur hepten?
Hayır ne şiire benzer, ne de şiir olmak zorundadır.
Ne Cortazar’ın ne de Edgü’nün kısa öyküleri şiirdir.
Bir şair olarak tanıyıp bildiğimiz Muzaffer Kale’nin ilk öykü kitabı Güneş Sepeti Aralık 2015’te Can Yayınları’ndan çıktı. Güneş Sepeti’nde yazar, öykünün kağıtlarını epeyce küçültmüş, kısalttıkça kısaltmış, bir solukta okunan, hatta “dur ya...” denip baştan bir daha okunan, bazı cümlelerinde uzun soluklar alınan, “bu neydi şimdi böyle” dedirten öyküler çıkarmış ortaya.
Güneş Sepeti’ni dolduran kısa öyküler ne şiire benzemiş ne de şiir olmuşlar. Bana kalırsa, içlerine biraz şiir kaçmış. İyi ki de kaçmış. Kısa öykücülüğümüze özgün, yepyeni bir soluk gelmiş böylece.
Muzaffer Kale’nin öyküleri birer durum öyküsü, yani anlatacak bir olayı, başı sonu belli bir akışı olmayan, hatta akmayan, zamansız öyküler. Hayata ve insana dair durumlar bunlar. Betimlemeler yok. Cümleler kısa. Yazarın cepleri adeta çekip çekip sakladığı fotoğraflarla dolu. Onlardan birini çıkarıp bakıyor, sonra dönüp bize o fotoğrafın hikâyesini anlatıyor, asla fotoğrafı göstermiyor ama. Biz de bakıyoruz bu fotoğraflara, fakat onun sözcükleriyle. Böylece, başını dinleyen bir ev, yaşaması çok yavaşlamış bir adam, kırlangıçlardan kaçan suçlu bir karga, dayanma sınırına gelmiş bir kalem, durduk yere çınlayan bir kulak, birdenbire iki saat ileri atlamış zamanı görüyoruz. “İzin” öyküsünde olduğu gibi, tek el tabanca sesinin peşinden bir otel odasına girip, “komidinin üstünde boş bira bardağına konulmuş uzun saplı bir karanfil”i görürüz. Not karanfilin sapına geçirilmiş. “İzin bitti” yazar orada. “Aman Tanrım, kafasına sıkmış bu!” der biri. Bakıp çıkarız. Bazen de bir duvarın dibinde “orda uzun zamandan beri unutulmuş gibi” duran çocuklara baktırır bizi. Orada bırakır, daha içeri sokmaz. Onunla yetinmemizi ister. Bizim oraya ait olmadığımızı yüzümüze vurur adeta, büyünün bozulmasından korkar gibidir.
Kitabın adında olduğu gibi, içinde de bolca güneş var. Sıcak var, zeytin ağaçları var, tarlalar, yamaçlar var, çeşme başları, gölgelikler var, çiçekler, türlü türlü kuşlar, eşekler var. İnsan ve doğa, bir ve aynı, birlikte evrilen bütünleşmiş bir yapı, hikâyeleri birbirine karışmış. İnsan doğadan ayrı, onunla bir savaş halinde değil, onun bir parçası. Ege Bölgesi’ndeyiz (belki de ben öyle hissettim), doğayla iç içeyiz. İnsanlar, onunla birlikte, uyum içinde hareket ediyor. Bir çatışma, gerilim yok, fakat söz konusu olan insan ve insan olunca, kendisi ve “başkası” olunca, “bakmanın kırk bin çeşidiyle” bakıyor insan. Bu bakmalar kuruyor öyküleri. Bakmalar, görmeler, beklemeler, içe atmalar, söylemeler, susmalar... “Aslında insanlık etmekten başka ortak yanımız yok gibidir; birbirimize insanlık ederiz; ama yine de duygulanmamaya bakarız.” Duygulanmadan insanlık etmeye çalışırız birbirimize. O ölçüde de bozuluruz bir yandan.
Güneş Sepeti’ndeki öykülerin dikkat çekici bir yanı da muziplikleri. Öykülerin hemen hepsinde sözcüklerle işlenmiş bir mizah seziliyor. Yüzleri gülüyor, okuyucuyu da güldürüyorlar. Bu biraz belli belirsiz, bıyık altından bir gülmedir ama. Yazar da gülüyor, mutlu, “gündüz gözüne bir baykuşa göz kırpıyor” muzip. “İçim genişledi birden. Mutluymuşum gibi oldum” diyor. “Güneş Çarpması” öyküsünde, “kendi dibine düşen” genç çatı ustasının, “içine işlemiş güneş”in etkisiyle düştüğü durum komiktir. Altyazılı rüyalar görecektir bir süre genç usta... “Ev bark çoluk çocuk numara 48” gibi evlilik “sarmal”ına bulaşmış öykülerinde olduğu gibi “Arkadaş Canlısı” adlı öyküsünde de aynı neşe vardır. Sanki bizim de içimiz genişler ve mutluymuşuz gibi oluruz. Tunuslu gibi olacağımız günlerin hayaliyle, Mısırlıymışız gibi dolaştığımız İngiliz arkadaşımızla bir meyhanenin önünde buluruz kendimizi. Rakı söyler, tek kadehten içer, tek kadehte görünmez oluruz.
Muzaffer Kale’nin Güneş Sepeti’ni bitirdiğimde, kendimi, yönetmenlerinin şair olduğu, seneryolarını şairlerin yazdığı bir kısa film festivalinden çıkmış gibi hissettim. Çok da iyi oldu, “Birilerinin zamanın geçmesine yardım etmesi gerekir”di sonuçta...
Orhan Veli’yi anarak bitireyim, onun şiirinden esinle...
“Öyküleri severim.
Kısa öyküleri de severim.
Yazarları şair olan kısa öyküleri daha çok severim.”