Günden Kalanlar, özgün ismiyle The Remains of the Day, Kazuo Ishiguro’nun 1989’da İngiltere’de yayımlanmış, Nobel ve Booker ödüllerine sahip eseri. Yayınlandığı tarihten itibaren büyük ilgi toplayan eser, 1993 yılında James Ivory tarafından oyuncu açısından zengin bir kadroya sahip, aynı isimdeki filme de uyarlanmıştı.
AYŞEGÜL ADANIR
Kazuo Ishiguro üçüncü eseri olan Günden Kalanlar’da 1950 dönemi İngilteresi’ni anlatırken baş uşak Stevens karakterini merceğine alır. Hikâyeyi iç monolog anlatımıyla sürdüren baş uşak Stevens, 1956 senesinde Amerikalı yeni ev sahibinin ısrarı üzerine çıkacağı gezi sırasında, 1920’lere dair hatıralarını aktarır. 20. yüzyıl İngilteresi’nde bir İngilize ait malikânede uzun yıllar baş uşaklık sıfatıyla hizmet veren Stevens, görevleri konusunda çok ciddi ve hassas bir malikâne görevlisidir. Disiplini ve görev aşkını kaçınılmaz derecede gerekli ve onurlu gören Stevens, okuru birçok konuda rahatsız edecek seviyedeki hizmet bağlılığını hayatının her safhasında sergilemeye devam edecektir. Kendisi gibi bir zamanlar baş uşak olan babasının da görevi konusundaki titizliğinin büyük etkisi ise yadırganamaz. Ancak o İngiliz uşaklarında misyon haline gelen sadakatten bahsederken, kendi döneminden önceki uşakların kendileri gibi idealist olmadığını dile getirir, kendisini de dahil ettiği idealist kuşağın uygarlığa katkısı olacak insanlara ve “sağlam fikirlere” hizmet ederken payına düşen görevi en iyi şekilde yerine getirdiğini gururla savunur.
Stevens mesleki ilkelerine sıkı bağlı olduğu bu düzeni, içerisinde var olmuş ulusal, milli bir tasavvur halinde İngiliz yüksek ahlakını ve kültürünü yücelterek benimser. Stevens’ın çıktığı seyahat sırasında karşılaştığı manzaraları ve doğayı tasvir edişi de İngiltere’ye hayranlığını açıkça ortaya koyar. Bu yolculukta gördüğü manzaraların görkem ve büyüklüğünü gururlu bir şekilde anlatmayı sürdürür. Hatta Stevens gördüklerini, dünyada görmediği, farklı yerlerle de kıyaslar. Örneğin Afrika veya Amerika’da da karşılaşılabilecek göz alıcı manzaralar olabilmesine rağmen, İngiltere’de olduğu gibi aynı etkiyi uyandıramayacağını iddia eder. Hiç görmediği halde eksik bulduğu bu yabancı manzaraları ise ancak “yakışıksız gösterişli” olarak tanımlar. Stevens için şahit olduğu bu yerli manzaraların büyüklüğü dikkat çekicidir ve büyüklüğü (greatness) de bu görkem açısından önemlidir.
Stevens’ın hizmet ettiği Lord Darlington, 20. yüzyıl başlarında Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı politik atmosferde Nazileri ve anti-semitik düşünceleri desteklemiştir. Bu eğilimini Yahudi hizmetlilerin malikânedeki görevlerinden ayrılmalarını istemesiyle de kanıtlar. Ancak Stevens için efendisine itaati engelleyecek bir sorun değildir bu. O efendisinin doğru niyetinden hiçbir zaman kuşku duymamıştır ve bu tavrını da ona karşı görevini gururla yerine getirmeye engel görmez.
Üst-ast rolleri arasındaki belirgin sınırların oldukça açık işlendiği hikâyede alt sınıf yerini bilir ve üst sınıfa karşı sürekli saygı ve mahcubiyet içindedir. Stevens’ın kendi ifadelerinde sürekli bir teyakkuz ve savunma şeklinde süren açıklamalarında da bu görülür. Stevens’ın efendisine olan bağlılığı aynı zamanda ülkesine ve milliyetine olan düşkünlüğüyle bir bütündür. Bu bir aradalık karakterinde adeta bütünleşir ve tüm hayatını adarcasına önem verdiği “vakur” olma (dignity) niteliğiyle kendini gösterir. Stevens için bu gurur ve ayrıcalık, İngilizlik kimliğiyle şu açıklamasında da yer bulur:
“Avrupalılar baş uşak olamazlar, çünkü salt İngiliz ırkının sahip olduğu bir nitelikten, duygularını dizginleme becerisinden soyca yoksundurlar. Avrupa’nın anakara sakinleri –kuşkusuz kabul edeceğiniz gibi, genellikle de Keltler– çoğunlukla şiddetli heyecan anlarında kendilerini denetleyemezler, bu yüzden de mesleğin gerektirdiği davranış tarzını, fazla sınayıcı olmayan durumlar dışında hiçbir zaman koruyamazlar. İlk benzetmeme geri dönersem, –bunu böyle kaba bir biçimde dile getirdiğim için bağışlayın beni– en küçük bir kışkırtmada ceketini, gömleğini yırtıp bağıra çağıra oradan oraya koşturacak biri gibidirler. Başka bir deyişle “vakar” bu gibi insanların erişemeyecekleri bir noktadır. Biz İngilizler bu bakımdan yabancıların yanında önemli bir ayrıcalığa sahibiz; işte bu yüzdendir ki aklınıza büyük bir baş uşak geldi mi, bu kişi, neredeyse baş uşaklığın tanımı gereği, İngiliz olmaya yazgılıdır.” (s. 33)
İngilizliğin gerektirdiği onur ve vakar İngiliz siyasetçileri için de geçerlidir. Ancak bu düşünceler Amerikalı siyasetçi olan Bay Lewis tarafından “Klasik bir İngiliz beyefendisi, nazik, dürüst ve iyi niyetli” şeklinde tasvir edilirken, aynı zamanda bu İngiliz uluslararası konularda gereken profesyonelliğe sahip olmaktan uzak bir amatör olarak görülmektedir. İngiliz Lord Darlington ise Amerikan siyasetçiye “amatörlüğü”, “onur” diye düzelterek cevap verir. Darlington bir İngiliz beyefendisi için siyasetin düzenbazlık ve sahtelikten uzak olduğunu ancak küresel adalet inancına dayanan samimiyet içinde yapılabileceğini bu açıklamayla savunur.
Remains of the Day sinema adaptasyonunda Anthony Hopkins ve Emma Thompson (James Ivory, 1993).
Stevens için vakarlık meselesi ve buna verdiği önem kendi İngiliz milliyetine yüklediği gurur vasfıyla bir aradadır. İngilizlerin sahip olduğu yüksek kültür ve medeniyet ayrıcalığını “vakar” diye açıklayan Stevens’ta milliyetçilik mesleki yeterlilik ve ciddiyetin koşulsuz korunmasıyla anlam bulur. Vakar, Stevens’ın katıldığı sohbetlerde anlatma şansı bulduğu bu kavram yeri geldikçe dolanır durur. Yine aynı konu bir köyde siyasi kampanyalara katılmış, ateşli bir milliyetçi olan Harry Smith tarafından şu şekilde ifade edilir:
“Kölelikte vakara yer yoktur. Uğruna savaştığımız budur, kazandığımız da bu. Özgür vatandaşlar olma hakkını kazandık. İngiliz olarak doğmanın ayrıcalıklarından biridir bu: Kim olursanız olun, ister varsıl ister yoksul olun, özgür doğarsınız, fikirlerinizi dile getirme özgürlüğüyle, dilediğiniz adayı meclise sokmak ya da meclisten çıkarmak üzere oy kullanma özgürlüğüyle doğarsınız. Bağışlayın, efendim ama vakar gerçekte budur işte.” (s. 124)
Smith için vakar demokratik özgürlüğü ifade eden bir kavramdır. Her İngilizde doğal bir şekilde bulunan bu vakarın, kölelik gibi bir siyasi boyunduruğa izin vermeyeceğini düşünür. Yine Smith için siyasi egemenlik hakkı, vakarlı duruşlarıyla bütün İngilizlerde doğuştan doğal bir şekilde bulunur. Bu nedenle bu özgürlük herhangi bir sömürüye izin vermeyerek milli bir demokratik hakka sahip olmayı haklı kılar.
Efendisi Lord Darlington’a yüce bir hayranlık besleyen ve politik yansızlığıyla vakur hizmetini sürdüren Stevens, Lord Darlington’ın belirttiği gibi “dünyada adalet” idealine bu şekilde hizmet ettiğine güçlü bir şekilde inanmaktadır. O, tüm hatalarına rağmen Lord Darlington’ın iyi niyetine inanır; efendisini “ben o savaşta dünyadaki adaleti korumak için çarpışmıştım. Alman ırkına karşı girişilmiş bir kan davasında yer aldığımı bilmiyordum” sözleriyle hatırlar, ölümünden sonra Nazi sempatizanlığıyla anılan Lord Darlington’a olan sarsılmaz güven ve sadakatini bırakmaya da niyetli değildir.
İngiltere’ye ait sınıfsal ve politik bir çerçevede anlatımın sürdüğü hikâyede alt-üst sınıf ilişkilerinin bir hizmetlinin gözünden aktarılması okura dönem hakkında dikkate değer ayrıntılar sunar. Japonya’da doğup İngiltere’de büyüyen Ishiguro, İngilizliği ve tipik İngiliz karakterlerini eserine aktarmada oldukça ustadır. Nitekim günlük hayatta sıradan sayılacak ancak mesleki ilkelerine büyük anlamlar yükleyerek koşulsuz bağla sarılan karakterleri işlediği tek eseri bu değil. Ishiguro, “Avunamayanlar” hikâyesinde de, otelde bavul taşıyıcılığı yapan Gustav’a benzer karakter ayrıntıları yükler.
Ishiguro, İkinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan tartışmalara uzaktan ve tarafsız bir gözlemci olarak okuyucuyu Stevens’ın aktarımıyla hikâyeye dahil eder, herhangi bir politik tavır takınmadan dönemin en önemli diplomat ve siyasetçilerine hizmet eden İngiliz uşağın hikâyesine odaklanır. Bu sayede bizler için İkinci Dünya Savaşı dönemi İngilteresi’nin siyasi sahnesine perde arkasından bir ışık tutar.