METİN SOLMAZ
Pan Yayınları
Erken Adam Hikâyeleri, yarım yamalak “erkek” olmuşların, adam olamama, arafta sıkışıp kalma öykülerinden oluşuyor.
“Erkeklik” meselesi, günlük hayatın önemli folklorlarından birisi. Erkek gibi dur! Erkek gibi giyin! Erkek gibi dövüş! Erkek gibi davran! Bir dizi öğretilmiş fonksiyon. “Hadi amcana pipini göster” ritüeliyle başlayıp, “delikanlı adamın” hangi özelliklerle donatılmış olması gerektiği bilgisiyle devam eden ve “Adam ol biraz, adam” azarlamasıyla zirvesine ulaşan bir tür eğitim süreci “erkeklik”.
Erken Adam Hikâyeleri’nin yazarı Metin Solmaz’ın da belirtiği gibi “Erkek, son güne kadar ‘erkek adam’ olmaya çalışır.” Pan Yayıncılık’tan çıkan kitabın arka kapağında “erkek” şöyle tanımlanıyor: “Sürekli kendini beğendirmeye, kabul ettirmeye çalışan insana erkek denir. Üstelik erkeklik sürekli yeniden olunan bir şeydir. Sünnet, askerlik, sevişmek, evlenmek, iş ya da çocuk sahibi olmak birer erkek olma vesilesidir. Bu da yetmez bir de adam olmak gerekir.” Erken Adam Hikâyeleri, yarım yamalak “erkek” olmuşların, adam olamama, arafta sıkışıp kalma öykülerinden oluşuyor denilebilir. Sırf annesi mutlu olsun diye cinayet işlemiş ama hayatında bir kez olsun bira içmemiş Besim’in tesadüfen oturduğu bir barda içtiği ilk biranın ardından “beş dakikada değişen” hayatı örneğin. Bira içtiği için değil, bilmediği bir dünyaya girmekten çekinmediği için, “Loni Armistong”un müziğini keşfettiği için de değil, belki de hayatında ilk kez bir kadınla birlikte olduğu için hiç değil aslında. Başka türlü bir “erkekliğin” olabileceğini gördüğü için daha çok.
Ya da tam tersi, hayatı boyunca mahallede, okulda “görünmez” olmayı başarmış, hatta ailesi tarafından bile görmezden gelinmiş Selçuk’un, ancak –gerçekten hak eden- bir erkeğe kafa attıktan sonra görünür hale geldiği, ancak o zaman ustasının ve çevresindekilerin dikkatini çektiği bir dünyaya dair öyküler.
Metin Solmaz, her öyküde kendisini gözlemci yerine koyuyor. Anlatıcı her defasında başka bir kimlikle karşımızda olsa da aslında aynı kişinin değişik zamanlardaki gözlemlerini dinliyormuşuz gibi bir anlatım söz konusu. Anlatıcının tanıştığı ya da gözlediği “erkeklerin” karakteristik özellikleri hikâyenin de belirleyicisi oluyor aynı zamanda.
Örneğin Timur ve Haydar isimleriyle bir karaktere dönüşüyorlar. Çünkü Timur’a herkes aksak diyor. Haydar ise polis copuna bu isim verildiği için adını Taylan olarak değiştirmek istiyor. Anlatıcının karakterlere dair gözlemleri ve karakterlerin temas ettiği önemli “erkek” figürlerin de hikâyede önemli rolleri var. Müzik dünyasından Louis Armstrong, Frank Zappa, Neşet Ertaş ve Zehra Bilir; sinemadan Jean Paul Belmondo, Clint Eastwood, Pedro Almodovar, edebiyattan John Steinbeck ve Sardalye Sokağı kitabı, karakterlerin ya benzeştiği ya da hayatını değiştiren unsurlar olarak gezinip duruyor öyküler boyunca.
Metin Solmaz, erkeklik dünyası hakkında bilgiçlik taslamaktan kaçınıyor. Büyük sözler söylemek, tespitler yapmak yerine anlatıcının gözlemlerine sığınıyor. Tam da burada anlatıcının “erkekliğe” nasıl baktığı okur için daha da anlam kazanıyor. Sinemadan, edebiyattan, müzikten referansların bize söylediği şey, anlatıcının belli bir kültürel birikime sahip olduğu. Ama bunu karakterlerini yargılamak için kullanmıyor, belki de “erkeklik” dediğimiz şeyin edebiyat, sinema, müzik ve öykülerin ortak teması olan başkalarıyla temas ederek bir şekil alabileceğini ya da bildiğimiz şeklinin bozulacağını anlatmaya çalışıyor. Belki edebiyat, müzik, sinema bize kim olduğumuzu anlatıyor. Karakterler de bu temastan sonra başkalarını daha iyi anlamaya başlıyorlar. Sonuçta kitaptaki bir öyküde söylendiği gibi: “Bir başkasının kim olduğunu, ancak kendimizin kim olduğunda anlayabiliriz.”