Acılı ve gürültülü bir dönemin romanı

Epope Tatavla

Epope Tatavla

EKİN CAN GÖKSOY

İletişim Yayınları

Mahir, Tatavla’nın destanını yazma hevesiyle, yaşadığı aşklarla, İstanbul’un unutulan şairlerine olan düşkünlüğüyle okuyan kişinin zihninde iz bırakacak, tanışmayı hak eden bir roman karakteri. Onun bilincinin dumanı sadece bağımlılıktan değil, bellek sancısından da kaynaklanıyor.

EMEK EREZ

Türkiye’de 1930’lu yıllar modern bir ulus devlet yaratma sürecine rastlar. Bu dönemde dil, kültür, sosyal yaşam ulus devlet şiarına göre yeniden inşa edilmeye çalışılır. “Resmi Türk Tarih Tezi,” “Güneş Dil Teorisi” gibi Türklüğün ne olduğunu tanımlamaya ve biçimlemeye yönelik hamleler de bu dönem politikalarının sonucu olarak ortaya çıkar. Bu politikalar pek çok uygulamayı da beraberinde getirir. Toplumun nerdeyse tüm damarlarına işleyecek bir dönüştürme ve inşa süreci başlar. Bu sürecin tekilci politikaları sadece politik alanlara değil aynı zamanda sosyal ve kültürel yaşama da sirayet eder. Dinlenen müzikten, dansların formlarına kadar birçok şeyi kapsayan pratikler elbette bu dönemde yaşayan bilim insanlarını, edebiyatçıları, sanatın farklı kollarında yer alanları da etkilemiştir.

Geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları tarafından Levent Cantek editörlüğünde basılan, Ekin Can Göksoy’un Epope Tatavla adlı romanı bahsetmeye çalıştığımız politikaları içeren bir yıla, 1933 yılına odaklanıyor. Dönemin İstanbul’unun renkli gece yaşamı, gazinolar, dönemin gazetecileri, edebiyatçıları, bilim insanlarını gerçekçi bir anlatımla okura sunan roman, dil ve üslûp bakımından da acılı ve sancılı bir sürecin atmosferini bize hissettiriyor. Bu açılardan da titizlikle çalışılmış, alt metni tarihsel bir arka plâna oturtulmuş, emek harcanmış bir kitapla karşı karşıya olduğumuzu belirtmemiz gerek.

Ekin Can Göksoy’un romanı Epope Tatavla’nın başkahramanı Mahir, yurt dışında eğitim almış, bir eroin fabrikasında çalışan ve eroin bağımlısı olan bir kimyager. Hiç şiiri olmamasına rağmen bir şair olduğunu düşünüyor Mahir. Yaşadığı mekân olan Tatavla’ya (Bugünkü adıyla İstanbul, Kurtuluş) olan sevgisi ve bağlılığı onun şair olma isteğiyle oldukça bağlantılı görünüyor. Çünkü kafasında hep yazmayı planladığı şiir bir “Tatavla Destanı.” Mahir bağımlı olması nedeniyle bize çoğu zaman dumanlı bir kafayla sesleniyor. Belleğinin bilinç yüzeyine çıkardığı şeyler, Mahir’in bulanık zihninin arka plânını görmemizi sağlıyor. Onun bilinç yüzeyinin dumanlı hali sadece eroin kullanmasına bağlı bir durum da değil. O ailesini, Ankara’da gayrimüslimlerin yaşadığı bir semtte çıkan ve Türklerin evlerine sıçrayana kadar müdahale edilmeyen bir yangında kaybetmiş. Onun bilincinin dumanı bu nedenle sadece bağımlılıktan değil, bellek sancısından da kaynaklanıyor. Mahir, Tatavla’nın destanını yazma hevesiyle, yaşadığı aşklarla, İstanbul’un unutulan şairlerine olan düşkünlüğüyle okuyan kişinin zihninde iz bırakacak, tanışmayı hak eden bir roman karakteri.

Romanın dönemin tarihsel izlerini oldukça gerçekçi bir biçimde ifade ettiğinden bahsetmiştik. Bunlardan örnek vermek gerekirse; o dönemde Almanya’dan kaçan Yahudi bilim insanlarının Türkiye’de kürsüler kurularak istihdam edilmesi kitapta yer bulan önemli ayrıntılarından. Övünülen bir olay olarak tarih kitaplarında karşımıza çıkan bu durumun, elbette dönemin politikalarıyla da oldukça sıkı ilişkisi var. Fransız pozitivizminin etkisiyle yeni bir akademik anlayışın yerleştirilmeye çalışıldığı bir döneme rastlayan bu süreç, “eskinin” akademik anlayışını tamamen reddeden uygulamaların olduğu birtakım politikaları içeriyor. Almanya’dan kaçanlar istihdam edilirken, yıllardır akademinin içerisinde olan “eski” dönemin bilim insanları görevlerinden uzaklaştırılıyor. Çünkü bu dönemde her şey bir anlamda modern bir ulus yaratma çabasıyla ilişkileniyor. Ekin Can Göksoy, romanında dönemin “bilime ve bilim insanına” dair politikalarını da oldukça gerçekçi bir kurguyla yansıtmış. Diyaloglarla o dönem yaşanmış olabilecek tartışmalar, yaşanan sıkıntılar oldukça iyi bir şekilde kurgulanmış.

Elbette bu dönemin edebiyatı da bu politikalardan nasibini alıyor. Edebiyatçıya, toplumun ahlâkını şekillendirme ve aydınlatma görevi veriliyor. Çünkü artık her şey yaşamı etkileme, dönüştürme, bir bellek inşa etme çabasına dönüşüyor. Karakterimiz Mahir kitapta Peyami Safa ile girdiği bir tartışmada bu duruma karşı çıkıyor, ona göre: “Bir şairin ya da yahut bir muharririn içinde yaşadığı topluma karşı hiçbir ödevi yoktur.” Bu günümüz için de tartışılır bir durum ancak ayırt edilmesi gereken sanırım şöyle bir şey var. Romanın yazıldığı dönemde bahsedilen durum ve edebiyatçıya yüklenen ödev tamamen dönemin politikaları ekseninde. Bu yazarın kendi belirlediği ya da kabul ettiği bir yük değil bir anlamda taraf olma ve ona hizmet etme zorunluluğu olarak da adlandırılabilir. Aslında romanda kurgulanan tartışmalar bugünlerde de çok uzak olmadığımız atışmalara gönderme yapıyor. Bu anlamda roman sadece 1933 yılında yaşanmış muhtemel münakaşaların ötesinde, bugünkü içinde bulunduğumuz durumu da düşünmemizi sağlıyor.

Kısaca Ekin Can Göksoy’un Epope Tatavla adlı romanı üzerinde durulması gereken bir kitap. Yakın tarihin dumanlı atmosferini, bize Mahir’in duman altında kalmış zihninden aktaran, şiirsiz bir şairin var olma çabasına eklenen, bilincin ve bilinç dışının iç içe geçtiği, zamanı bir karakterin hayalleriyle kesintiye uğratarak, çizginin dışına çıkaran bir anlatı. Arka kapak yazısında bir cümle ile ifade edildiği gibi aslında: “Acılı ve gürültülü.”