ERCÜMENT AKDENİZ
Kor Yayınları
Ercüment Akdeniz, En Güzel Şarkı'da bir arada kalmanın, yarayı beraber sarmanın, dayanışmanın ve birlikte dönüşmenin ne denli yaşamsal bir değeri olduğunu tekrar tekrar vurguluyor...
Uzun yıllardır mülteciler üzerine saha çalışmaları yapan, haber ve makaleleri çeşitli mecralarda yayınlanan Ercüment Akdeniz, hâlen yurt içi ve yurt dışında düzenlenen panel, konferans ve çalıştaylarda mültecileri anlatmaya devam ediyor. 2014 yılında Suriye Savaşının Gölgesinde Mülteci İşçiler ve 2016 yılında Ölüm Koridorundan Mülteci Pazarlığına Sığınamayanlar adlı iki kitabı yayımlanan Akdeniz’in ilk romanı En Güzel Şarkı, raflardaki yerini aldı.
Daha önceki kitaplarında mültecilere ve mültecilerin içinden geçtikleri toplumla yaşadıkları deneyimlere sosyal bilimci olarak yaklaşan Akdeniz, bu defa meseleyi edebiyatın olanaklarından yararlanarak anlatıyor. Türkiyeli ve Suriyeli işçilerin birbirleriyle kesişen ve birbirlerini dönüştüren deneyimlerine odaklanan roman, Halep’in ve İstanbul’un eşzamanlı öykülerini dile getiriyor.
Arap Baharı ile başlıyor kitap. 2010 yılından bu yana hareketliliği asla sona ermeyen Suriye’nin içinden, Halep’ten açıyor sözü. Halep’te çocukların okula giderken ailelerin ekonomik sıkıntılarını aşamamaları nedeniyle çalışmaya başlamalarını, yine de sokaklarda koşturabilen çocukların bir zaman sonra nasıl evlerin alt katlarına sığınmak zorunda kaldıklarını anlatıyor.
Hikâyenin genel akışı Halep’ten İstanbul’a göç eden Refik’in peşinde bir yolculuğun izlerini sürüyor. Suriye’den kaçarken kolunu tellere kaptıran kardeşi Halid’in yarasını sarıyor Refik. Cepheye savaşçı olarak gitmek isteyen kardeşini anlamaya çalışıyor, Halep’e dönüyor. Kardeşi ağır yaralandığı için yeniden İstanbul’a geliyor ve Refik bütün bu süreç boyunca ayakta durmayı başarıyor.
İstanbul’da bir atölyede çalışmaya başlayan Refik pek çok Suriyeliye kıyasla şanslı hissediyor kendini, çünkü ona ve etrafındaki insanlara sahip çıkan Almanya doğumlu, göçmenlik nedir bilen bir ustası var; Vahap Usta. Kendi görüşünden olmayan insanları bile uzun uzun dinleyen ve onlara düşündüklerini anlatmaktan bıkmayan Vahap Usta mültecilere ve haksızlığa uğrayan insanlara elinden geldiği kadar sahip çıkmaya çalışıyor. Vahap Usta küçük mahallelerde dayanışmanın hâlâ var olduğuna dair bir umut. Refik ve arkadaşlarının çalışmasının dışında onların siyasal öznelliklerine de kanal açmaya uğraşıyor.
Refik, iş arkadaşlarından Hasan’ın iki ağabeyinin katledilişini internetten seyrediyor. 11 yaşındaki Ali inşaatta çalışırken iş cinayetinde hayatını kaybediyor. Çocuklar zorla dilendiriliyor. Açlık, sefalet, kadınları hor görme ve onlara kötü davranma, aile içi şiddet ve bütün diğer istismar formları ifşa ediliyor romanda.
Suriye’nin tarihiyle eş olarak Türkiye’nin bugünleri de anlatılıyor kitapta. 10 Ekim katliamını televizyonda gören Vahap Usta’nın hüsranını izliyor Suriyeli gençler. Ardından 1 Mayıs’ın Türkiye’ye özgü manasını kavramaya çalışıyorlar. Türkiyeli işçilerin “Suriyeli işçileri istemiyoruz” diye haykırışlarının yerini, Suriyeli ve Türkiyeli işçilerin sergiledikleri ortak direnişler alıyor. Bütün bu cendereden çıkış yolları hakkında ipuçları serpiştiriyor Akdeniz öykülerin satır aralarına.
Erkeklerin sıkış tıkış hayatları arasında kadınların nasıl sağlam durmaya çalıştıklarını da Hicran’ın sorularına cevap veren Kerime’nin dilinden anlatıyor. Dokuz çocuğu ile alkolik kocasından sürekli dayak yiyen Kerime’nin başkaldırısı ve etrafındaki insanların yardımına koşacak gücü kendinde bulması hayranlık uyandırıyor.
Savaştan etkilenenlerin yalnızca insanlar olmadığına da değiniyor Akdeniz. Suriye’deki bir hayvanat bahçesinde aç kalan hayvanların ülkeden nasıl çıkarıldığını anlatıyor.
10 Ekim katliamından yaralı olarak kurtulan Günay Karakuş’un hikâyesinin ve çizimlerinin de yer aldığı kitapta bir arada kalmanın, yarayı beraber sarmanın, dayanışmanın ve birlikte dönüşmenin ne denli yaşamsal bir değeri olduğunu tekrar tekrar vurguluyor yazar.
Kitapla ilgili aklıma takılan şeyler yok diyemem. Öncelikle, Ercüment Akdeniz’in edebiyatla nasıl bir ilişkisi olduğunu bilmiyorum. Daha doğrusu, bir sosyal bilimcinin, araştırmacının tüm bu öyküleri neden edebiyatla anlatma ihtiyacı hissettiğini konuşmak isterdim. Böylesi bir araştırmanın, tüm bu deneyimlere bir sosyal bilimci olarak yaklaşmanın ve sonra o metinlere sığmayanları anlatma ihtiyacının ayrıca düşünülmesi gerekir çünkü. Anlatımın sadeliği, bu denli ağır deneyimleri okumayı kolaylaştırıyor. Kimi bölümlerde ise şairane bir üsluba büründürüyor Akdeniz, anlatısını.
Ercüment Akdeniz yerinden yurdundan değil, pek çoğu hayatından da edilmiş insanların dramlarını ve onların birbirlerine değen noktalarını yazıyor. Bir mahalledeki dayanışmanın kaç insanın hayatını değiştirebileceğini hatırlatıyor. Bunu anlatırken, sanki biraz da okurunu ikna etmek için, dramatik hikâyelere başvuruyor. Bu diyeceğimi yazardan çok okura ve okumasa da şehrinde yaşananlara tanık olanlara yönelik bir sitem olarak kabul edin. Neden acının sergilenmesine ihtiyaç duyuyoruz ki bir zorluğa, darlığa el uzatmak, bizde olanı paylaşmak ya da dayanışmak için?