Defne Suman
Doğan Kitap
Defne Suman’ın Emanet Zaman romanı, tam bir yüzleşme romanı. Bir İzmir yüzleşmesi. Üstelik iki dilde, Türkçe ve Yunanca olarak, barışmaya yüzleşmeye çok ihtiyacı olan “iki tarafta” aynı anda yayımlandı.
Yüzleşme, geçmişte yaşanan ve karşılıklı suçlamalara neden olan bir olay veya durumla ilgili olarak tarafların yüz yüze gelmesi ve olup bitenler üzerinde yeniden konuşmaları demektir. Yüzleşmede temel amaç, hakikatin aranıp bulunarak ortaya çıkarılması ve bu hakikat üzerinden bir barışma sağlanmasıdır. Genellikle bir tarafın mağdur olup büyük acılar çektiği, diğer tarafın ise fail durumunda olduğu büyük toplumsal olaylar söz konusu olduğunda, yüzleşme karmaşık ve sancılı bir süreç olarak yaşanmaktadır. Sağlıklı bir yüzleşme süreci her iki taraf için bir iyileşme sağlamakta; mağdur tarafın biraz olsun kendini onarabilmesinin, failin ise karşı taraf ile yeniden empatik-vicdani bir ilişki kurabilmesinin yolunu açmaktadır.
Tarafları yüzleşmeye götüren en önemli adım ise hatırlama ve belleğe geri çağırmadır. Hatırlama bizi, yüzleşme bahsine neden olan acıların öncesine, henüz yaşanmadığı zamanlara götürür, ki bu, “öteki” ile birlikte yaşadığımız, karşılıklı yüz yüze bakabildiğimiz zamanlardır. Yüzleşmeden kaçıp, yaşanan acıların üstü örtmeye çalışmak, zamanla unutulacağını, yok olacağını düşünmek büyük bir yanılgıdır ve bizi şimdiki zamanın nefretine gömer. O nefretten kurtulmanın, geleceğe bakabilmenin yolu ise unutmak değil hatırlamak, yok saymak değil yüzleşmektir.
Bir türlü iyileşemediğimiz, derin derin nefesler alıp yine de nefessiz kaldığımız bu topraklarda yüzleşme en çok ihtiyaç duyduğumuz şey. Geçmiş bizim için adeta bir “oldu da bitti, ne yapalım” meselesi halinde, oysa ne kadar çok konuşamadığımız, üstünü sıkı sıkı örtmeye çalıştığımız konu var. Üstelik bunlar çok çok eskilerde kalmış meseleler de değil, henüz dumanı tüten, acısı soğumamış, tanıkları yaşayan olaylar.
Defne Suman’ın geçtiğimiz ay Doğan Kitap’tan yayımlanan son romanı Emanet Zaman, tam bir yüzleşme romanı. Bir İzmir yüzleşmesi. Üstelik iki dilde, Türkçe ve Yunanca olarak, barışmaya yüzleşmeye çok ihtiyacı olan “iki tarafta” aynı anda yayımlandı. Roman, İzmir’in en parlak yıllarından büyük yangını yaşadığı, sonra da suskunluğa gömüldüğü yıllarına kadar uzanıyor. Tarihsel aktörler Venizelos’lar, Hrisostomos’lar, Mustafa Kemal’ler roman sayfalarından şöyle bir geçerken, yazar bize, Edith’i, Sümbül’ü, Panayota’yı, onların hikâyelerini sunar. Bizi Edith’le, Sümbül’le, Panayota’yla, Hilmi Rahmi’yle, Ebe Meline’yle, Müjgan’la, Hüseyin’le, Stavros’la göz göze getirir. Onlarla bakışır, yüzleşiriz.
Romanın merkezine oturan üç kadının hikâyesi, şehrimizin de hikâyesidir. Aşklarıyla, umutlarıyla, acı ve sevinçleriyle İzmir’i yaşayan bu üç kadının kaderleri dördüncü bir kadın karakterin suskunluğunda toplanır, onun suskunluğu ise hepimizin suskunluğudur.
Bugün 2016 yılından İzmir’e baktığımızda gördüğümüz nedir? Bu aslında şehre yangından yıllar sonra gelen roman kahramanı Avinaş’ın gördüğü, yaşadığı şeyden çok farklı değildir.
“Bu şehirde mazi bir sır, hakkında hiç konuşulmaması gereken bir tabuya” dönüşmüştür. “Bütün şehir umumi bir hafıza kaybına uğramış gibi boş nazarlarla yüzüne bakmaktaymış. O eski Smirni hiç yaşamamış, yanıp yok olmamış, nüfusunun yarıdan fazlasını yitirmemiş gibi boş gözlerle bakmış insanlar ona. Kiliselerin çoğu yıkılmış, okullar Türkleştirilmiş, eski kayıtlar, kütükler, tapular hepsi yanmış. Bizim mahalleleri açık artırmada satışa çıkartmışlar, alan olmayınca da yerine park kurmuşlar... Bahçeli köşklerin yerlerini apartmanlar almış, rüzgar pencerelerden içeri yasemin yerine kömür kokusu taşır olmuştu”r.
İzmir 20. yüzyılın başlarında Akdeniz’in en önemli ticaret limanlarından biridir; Türk, Rum, Yahudi, Levanten ve Ermeni’lerden oluşan çok kültürlü yapısıyla etkileyici bir şehirdir. Bu yıllarda şehirde 35 basımevi, 30 gazino, 57 otel, 150 okul, 81 eczane, 15 hastane, 269 meyhane vardır. Üçü Osmanlıca, üçü Rumca, dördü Fransızca, biri İspanyolca olmak üzere 11 gazete ile biri Rumca biri Ermenice iki dergi yayımlanmaktadır. “Geniş sahil yolu bürolar, ajanslar, antrepolarla doluydu. Yolun ilerisinde Avrupa stili dükkânlar ve oteller vardı… İzmir Limanı her renkten ve ırktan insanın, cins cins mahlûk ile eşyanın bir arada soluk alıp verdiği koca bir organizmaydı… Vapurlar düdüklerini öttürüyor, köpekler havlıyor, demirler şangırdıyor, kayıkçıların haykırışlarına hamalların küfürleri karışıyordu…”
Bir şehir düşünün ki toplam nüfusunun yarısından çoğunu üç- beş gün içinde kaybettiği bir felaketi unutsun, hiçbir şey olmamış gibi davransın.
İzmir geçmişiyle yüzleşebilmiş midir?
Bırakın yüzleşmeyi, İzmir’in geçmişi adeta yoktur.
İzmir için sadece 9 Eylül vardır. 9 Eylül İzmir’in üç yıllık Yunan işgalinden sonra Türk ordusunun İzmir’e girdiği gündür. Resmî tarihin anlatımıyla “Düşman’ın denize dökülüp” savaşın kazanıldığı gündür. Oysa Anadolu’dan dağılmış bir halde sürülüp gelen Yunan askerleri zaten şehri çoktan terk etmiştir. Şehirde direnç gösterecek neredeyse tek bir asker yoktur. Zaten Türk ordusu da herhangi bir çatışma olmadan İzmir’e girmiş ve şehrin yönetimini almıştır. Şehirde kalanlar İzmir’in yerli halkı ve bunlara eklenen, Anadolu’dan savaştan can derdiyle kaçıp gelen gayrimüslim mültecilerdir. Ki sayıları 300 binleri bulmaktadır. Bunların çoğu daha önce şehir nedir görmemiş, köyünden dışarı çıkmamış yoksul halktır.
Romandan okuyalım: “Vasili Sokak’tan denize doğru hayalet gibi sessiz, ruhsuz ve sonsuz bir insan kafilesi akıyordu. Çıplak ayakları yaralı, kanlı bandajlarla sarılı başları öne eğik, yırtık gömleklerinin altındaki kaburgaları sayılan, elleri, yüzleri is içinde binlerce Yunan askeri yere düşürdükleri tüfeklerini bile almaya tenezzül etmeden uyurgezer gibi denize, onları yenilgiden, faciadan uzağa anavatana götürecek gemilere doğru yürüyorlardı. Aralarında açık yaralarından sızan kandan ceket kolları kızıla kesmiş, diğer askerlerin desteği olmadan tek bir adım bile atamayacak halde olanları da vardı. Anlaşılan dağların ötesinde, Anadolu’nun çorağında Yunan ordusu büyük bir yenilgiye uğramış, canını kurtaran buraya kadar varmıştı… Askerlerin yanı başında aynı sefillik içinde köylüler, civar kasaba ve kentlerden kaçan Rumlar, Ermeniler yürüyordu. Türk ordusunun yaklaşırken, intikam ateşiyle Batı Anadolu’nun bütün Hıristiyan nüfusunu katledeceğini işitip can havliyle yollara düşmüşlerdi.”
İzmir’in geçmişi nerededir?
İzmir’in tarihinde 13 Eylül yoktur adeta, o tarih İzmir’in yanmaya başladığı, günlerce için için yanıp yok olduğu, resmî tarihin, “İzmir’i Ermeni’ler yaktı” deyip geçiştirdiği, üstünde pek konuşmadığı bir tarihtir. Oysa bu yangın sıradan bir yangın değildir. Mülteciler ve İzmir’in yerli halkı olmak üzere yaklaşık 500 bin kişinin ateşle deniz arasında kaldığı, 350 bin kişinin gemilerle kurtarıldığı, 150 bin kişinin ise boğularak ya da yanarak öldüğü bir felakettir.
“…Alevler kuduz köpek sürüsü gibi kabarıyor, genişliyor, koca kollarını açmış kızıl canavar, şehri dört koldan kucaklıyordu... Rıhtımdakiler fırına girmiş gibi yanıyor olmalıydı. İnsanlar onlu, yirmili guruplar halinde kendilerini suya atıyorlardı. Bazıları balıkçıların kayıklarını bağladıkları demir halkaları yakalamış su yüzeyinde öyle duruyordu...”
Yangında, Ermeni, Rum ve Frenk mahallesi tamamen yanar, yaklaşık 2,6 milyon metrekarelik alandaki 25 bin ev, işyeri, kilise, hastane, fabrika, depo, otel ve lokanta yok olur.
Ne yazık ki 9 Eylül’ü şenliklerle kutlayan İzmir, 13 Eylül’de bu şehirde yanarak, boğularak ölmüş ya da doğup büyüdüğü şehri terk etmek zorunda kalmış komşularını anmaz. İronik bir şekilde 25 Eylül’de bütün yurtta İtfaiye Haftası kutlamaları yapılır.
Oysa, İzmir’e giren askerlerden Hilmi Rahmi anlatır, romandan okuyalım: “Önde Yüzbaşı Şerafettin, o güzelim atların sırtında, Kordon’a öyle bir girişimiz vardı ki Sümbül ! Bütün dünyaya nasıl nizam sahibi bir ordu olduğumuzu gösterdik. En ufak bir taşkınlığa bile meydan vermedik. Hıristiyanlar atlarımızın altından kaçışırken, onları hep korkma, korkma diye yatıştırdık. Gazi Paşa da İzmir’e varsın hele bir gelsin, daha iyi görürsün, askerleri ne iyi terbiye etti, dağ köylülerinden ordu yarattı, gavuru yendi…” Şehirde bir çatışma olmamasının da etkisiyle, hem Türk hem de gayrimüslim halkta, her şeyin normale döneceği beklentisi vardır. Yüzyıllarca Osmanlı egemenliğinde yaşamış İzmir, savaş yıllarından da, Yunan işgali yıllarından da o kadar etkilenmemiştir aslında. Etrafta söylentiler dolaşmakla birlikte, kimse İzmir için büyük bir felaketin yaklaşmakta olduğunun farkında değildir.
Ama bazı kafaların çok önceden farklı planları vardır. Cephede büyük sıkıntılar yaşanırken, askerlere sürekli olarak İzmir’e ulaşıldığında zengin gavur malları, güzel kızları vaadedilir. Böylece, “şehri talana girişen sivil haydutlar gibi Gazi Paşa’nın ordusunun neferleri, onbaşıları, çavuşları da kendilerinden geçmişti. Daha bir hafta öncesine kadar mum gibi hareket eden o mükemmel askerler İzmir’e girince ordu disiplini ve ahlakını bir anda unutmuş, eski çete reisleri liderliğinde evleri, dükkanları talan ediyor, sokak ortasında adam öldürüyor, Hıristiyan kızlara, kadınlara, ortalık yerde, onları güverteden dürbünle izleyen Frenk generallerin gözü önünde acımasızca tecavüz ediyorlardı...İzmir hayalini kurduklarından da zengin, bereketli ve büyüktü. Suçluları yakalayacak polis, yargılayacak mahkeme ya da jandarma teşkilatından yoksun o kısacık zaman dilimi, şuuraltlarında birikmiş kirli fantezilerin hayata geçmesi için tek fırsattı.”
Emanet Zaman.
Bir yüzleşme romanı.
Yüzleşmeye başlamak için iyi bir fırsat.