CHUCK PALAHNIUK
Çizer: Cameron Stewart Çeviri: Min Soon Kim Ayrıntı Yayınları
“Yıllar önce, ‘Önce Tanrı’yı, sonra babanızı, sonra da kendinizi öldürün,’ diyecek kadar keskin bir karakteri okurlarıyla tanıştıran Chuck Palahniuk, şimdiyse tekno- modern düzenin ortasında daha ince bir dokuma ve işleme yöntemine başvuruyor, hem de çizgilerin ve renklerin diliyle… Belki de artık ‘Dövüş Kulübü hakkında konuşmanın zamanı’ gelmiştir.”
“Spor yapmaz, televizyondan seyrederiz. Süper modellerle ilişki yaşamaz, pembe dizi izleriz. Eğlenmek için adam öldürmez, seri katilleri anlatan filmleri seyrederiz. Gün batımına bakar ve renkler ne kadar gerçek, neredeyse plazma televizyonumdaki kadar, deriz.”
Fakat dövüş kulübündeyseniz yalnızca olan biteni izlemek yerine, olayın içinde olmak zorundasınızdır. Dövüşlerin yapıldığı bodrum katlarında gösteriler sergilenir. Dövüşmek, gerçek bir yumruk yemek, kablolu TV yayınından beş saniye gecikme ile izlenen boks karşılaşmalarına benzemez. Canlı yayında ya da akşam haberlerinde izlenen sokak ayaklanmalarına da benzemez. Çevremizde olup biten olayları evimizden takip etmekle, olduğumuz yerden desteklemekle de anlaşılamaz. Çünkü bu bizim bedenimiz ve kurtuluş da bizim kurtuluşumuzdur. Bir başkası bizim bedenimizdeki yangını söndüremez, bizim adımıza bu kurtuluşu gerçekleştiremez. Ya içindeyizdir çemberin ya da içinde… Olan bitenin bir parçası olmadan, güvenlik şeridini aşmadan hiçbir şey yapmış sayılmayız.
Dünya sinema tarihinin en tanıdık simalarından biri olan Charles Chaplin, Modern Zamanlar filminde üretim şeridinin bir parçası olan ve sonunda makinenin çarkları arasına sıkışan modern insanı resimlemişti. Yirminci yüzyılın sonuna gelindiğinde Matrix, bireyi makinelerin ürettiği ve makinelerin işlerliği adına enerji sağlayan varlıklar olarak tasvir ediyordu. Bir George Orwell distopyası olan Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te ise, tarihsel gerçekliğin sürekli değiştirildiğine yönelik bir paranoya geliştirilmişti. Bu paranoya hali, bildiğimizi sandığımız hakikatlerin en önemli dayanak noktasını yok ediyordu. Durmadan değişen tarih olgusuna karşılık tutunabileceğimiz salt “bugün” kalmıştı elimizde. Matrix ve Blade Runner gibi yapımlar, yaşamlarımızdaki gerçekliğin anlamını, sahip olduğumuzu zannettiklerimizin kurgusallığı bağlamında ve bilinç düzeyinde bir kez daha tartışmaya açmıştı.
Orwell, aynı romanında “büyük birader”in “tele ekran” denilen aygıtlardan her an herkesi izleyebildiği bir düzeni resmediyordu. Orwell’in veremle boğuşurken yazdığı kitabın yayımlanmasından yaklaşık altmış yıl sonra, bugün, böyle bir düzende yaşıyoruz. David Fincher tarafından aynı isimle filme uyarlanan, Chuck Palahniuk’un başyapıtı diyebileceğimiz romanı Dövüş Kulübü’nde, anlatıcının “Tanrı’nın gözüyle orada dövüşen tek bir kişi vardı,” dediği sahneyi güvenlik kamerasından izlememizin görsel öneminden bağımsız olduğunu anlayabiliriz.
1996’da Chuck Palahniuk’un kaleme aldığı Dövüş Kulübü, nam- ı diğer Fight Club, 1999’da David Fincher tarafından sinemaya uyarlandığında, Hollywood atmosferinin de etkisiyle rüzgârı arkasına almıştı. Sosyal bilimlerin hemen hemen her alanında çalışılmaya açık bir alan yaratmıştı yapıt. Dolayısıyla, yakın dönemin en önemli romanlarından biri olan eser, Palahniuk ve bugünün sosyal kuramcıları için önemli bir buluşma noktası oldu. Üzerine çokça yazılıp çizildi. İlk yayımdan 19 yıl sonra Palahniuk, okurları heyecanlandıran bir açıklamayla, romanın devamını yazacağını, ama eserin film ya da roman olarak farklı yeniden üretimlere girmemesi için grafik roman formatını tercih edeceğini belirtti. Devamının geleceği fanları tarafından sıklıkla gündeme getirilse de, bunun bir çizgi roman biçiminde olması pek de öngörülmeyen bir durumdu. Hele ki çizgi roman formuna gereken saygının gösterilmediği bir multimedya ve edebiyat evreninde… On ayrı fasikül halinde Ayrıntı Yayınları mutfağından yayımlanacak Dövüş Kulübü 2, aylık dergi formatında okurla buluşacak ve ilk romanın sonundan itibaren 10 yılı ele alacak. İlk sayılar raflarda yerini aldı bile…
Nasıl ve nereye evrileceği tam olarak vurgulanmayan hikâyenin çizeriyse, ABD’nin alanında önde gelen isimlerinden Cameron Stewart. Batman serisinde de çizgileriyle karşılaştığımız Stewart’ın, Chuck Palahniuk’a eşlik etmesi de özel bir seçim. Özellikle, ilkinin roman ve film sonlarının farklı olması nedeniyle, farklı devamların getireceği beklentiler ve okurda doğallıkla oluşacak kıyaslama ihtiyacı çizgi roman kararında en önemli faktör. Diğeriyse, yazarın da vurguladığı üzere, çizgi roman formunun, filmlerin yaklaşamayacağı bir seviyede, rahatsızlık veren ve okuru zorlayıcı meselelerin anlatımına olanak tanıması. Ezcümle, herhangi bir film yapımının asla ulaşamayacağı görselliğe ve yazarın düşlediği gerçekdışılık imkânına çizgi roman formuyla ulaşılabilir.
Chuck Palahniuk’un kişisel tarihinin eserlerine etkisi oldukça çoktur. Aile geçmişindeki travmatik şiddet olayları, tatil için gittiği bir kampta çıkan kavgada aldığı yaralara etrafındakilerin ilgisiz kalması, bir bakımevi için yaptığı hasta refakatçiliği ve dayanışma grubu gözlemleri not edilmesi gereken olaylardır. Bunlar arasında en ilginci de “Kakofoni Topluluğu” üyeliği ve dolayısıyla yazarın burada edindiği deneyimlerdir. Robert Louis Stevenson, İntihar Kulübü adlı romanında kendilerini yok etmek amacıyla bir araya gelen bir grup öğrencinin hikâyesini kaleme almıştı. Stevenson’ın bir diğer romanı olan Dr. Jekyll ve Bay Hyde’ın Tuhaf Hikâyesi ise bu değerler ile çekişmeyi aynı bedende yaşayan karşıt karakterler ile anlatmaktadır. Yazıldığı dönemin burjuva değerlerine eleştiriler getiren bu romanlar aynı zamanda Dövüş Kulübü’ne de ilham kaynağı olmuştur.
Kendilerini bir tür dadaist topluluk olarak gören, yaratıcılıkta absürdlüğü normalleştiren bir cemiyet olan Kakofoni Topluluğu’nun kuruluşu da bugün dağılmış olan San Francisco’daki İntihar Kulübü’nün eski üyeleri tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu topluluklar da aynı amacı gütmekte, yaptığı eylemlerle toplumsal değerlere saldırmaktadır. Hamurunu anarşist düşüncenin yoğurduğu bu grup Palahniuk’u öyle bir etkilemiştir ki, Chuck ilk kısa hikâyesi olan “Kargaşa Projesi”ni kaleme almıştır. Öyle ki, bu hikâye kısa sürede “Dövüş Kulübü projesi” olarak karşımıza çıkmıştır ve topluluğun eylem pratiğinin Palahniuk metinlerine yansımasının ilk örneği olmuştur.
Bir fikir olarak Dövüş Kulübü’nün yıkım düşüncesine olan vurgusu bahsi geçen noktalar arasındaki bağı oluşturuyor. İnsanın öncelikle kendisini, sonra kendi ürünü olan uygarlığı yıkması öne sürülürken, yıkılanın yerine bir yenisini, daha iyisini inşa etmesi önerilmiyor. Eril bir nitelik arz eden yıkma işinin yeni bir yapılanmayı amaçlaması dolayısıyla kolayca dişil niteliklerle donanabileceğini biliyoruz. Fakat Dövüş Kulübü yeniden üretime dönüşmeyecek bir yıkımı arzulamaktadır. Bunun için üyelerinin tüm üretken tutkularından arınmış eriller olmasını talep etmektedir. Dövüş Kulübü 2’de ise ölmenin o kadar da basit ve mümkün olmaması gerektiğine vurgu yapıyor.
Palahniuk’un başkaldırısı ve tepkisi (artık) kesinlikle nihilizmden uzak bir çizgide. Son yıllarda yılda 1- 2 kitabını okur hale geldik ve bu kadar üretken bir yazara yayınevi dahi zor yetişirken, onun kalemindeki üretkenliği ve çıkış yolu arayışını görmezden gelemeyiz. Bu arayış Palahniuk gibi kusursuzluk- tamamlanmışlık kıskacından kurtulmanın yollarını arayan, dövüş aracılığıyla bedeni yıkmayı amaçlayan, bedeni yalnızca acıyı duyumsayan ve çürümekte olan organik bir varlık olarak gören, doğada eşsiz ve ölümsüzmüş gibi yaşama yanılgımızdan kurtulmamız gerektiğini ısrarla vurgulayan bir yazar için “umut” sözcüğünü kullanmak istemedim. Ama unutmamalı ki Palahniuk yıllar önce, “Önce Tanrı’yı, sonra babanızı, sonra da kendinizi öldürün,” diyecek kadar keskin bir karakteri okurlarıyla tanıştırmıştı. Şimdiyse tekno- modern düzenin ortasında daha ince bir dokuma ve işleme yöntemine başvuruyor, hem de çizgilerin ve renklerin diliyle… Belki de artık “Dövüş Kulübü hakkında konuşmanın zamanı” gelmiştir.