ELİF ERDOĞAN
Yapı Kredi Yayınlar 2021 100 s.
"Dile kolay, seksen iki öykü sunuyor yazar; nereden nereye götürüyor takipçisini, müzelerden de geçiriyor ama bildiğimiz anlamda müze değil bunlar, çerçevelere de sığıştırıyor ama burada çerçeve başka arayışlarla işli; öyle ki tanıdık görünen hiçbir öğe tanıdık gelmiyor sonunda."
“Kitabı bitirdikten sonra sayfaları kapağından ince bir işçilikle ayırdım.”
Ne durumda okurun odaklanma süresi? Kısalıyor. Nasıl metinler arayışında okur? Kısa. Ne olsa güzel olur? Kısadan da kısa anlatılar. Şimdilerde var mı edebiyat âleminde bu arayışın izini süren? Öne çıkan kimseyi hatırlayamadım. Yok diyeceksin dilin varsa. Vardır elbet fakat bu kitap farklı. Nasıl farklı? Kısa işte. Tamam, kısa da, ne kadar kısa? Bazen öyle kısa ki, mesela “Buhar” isimli bir öykü var... Buhar gibi mi? Yani... Ne o zaman kitabın en özel yanı, kısa olması mı? Hayır, kısa ama yoğun öyküler bunlar, o nedenle konuş konuşabildiğin kadar. Kısanın içinde tüneller açmış yazar gevezelik sever mi? Sevmez elbet ama sen bu çabanın değerini bir çırpıda aktaracak maharette değilsin ki; mecbur uzatacaksın sözü.
“Yaz sıcağında uzun uzun yazmak üst üste yün kazaklar giymek gibi ruhuma ağır geliyor.”
Doğruya doğru, kısa yazmak zor, sahih ifadeye giden yol çetrefilli, cümlenin kıyısında dans edenlerle paragraf bloklarını balya balya yüklenenler arasında daimi bir gerilimden bahsetmek mümkün. Herkes köşesine geçsin, cephesini seçsin, heyula kalınlıklarla uçucu bulutsuluklar karşı karşıya gelirse kim nereye çekilecek, bunu bir bilelim.
Bu metin parçalarını dokuyan isim öylesine demlendirmiş ki kitabını, defalarca okumak şart koşulabilir. Defalarca okumak ve her seferinde bir önceki okumada gözden kaçan farklı çağrışımların terkisinde yeni öykücüklere sürüklenmek. Öykücüklerin arka kapılarında bekleyen, kestirilemez öykülerin okurun zihninde doğup doğup öldüğü bir üretken tav fırınına düşmek. Pişenin ateşinden kıvılcımlar çalarak kelime yığınlarının uzağında serim serim serilmek, ufak bir yürüyüş, anlık bir esrime ve olasılıklara uzanan bir esneme. Hepsi bu kitabın içinde; hepsi ve daha fazlası kelimelerin arasındaki boşluklarda büyüyen küpe çiçeklerinden saçılan ışıltılı polende gizli.
“Bombeli camdaki yansımamdan gördüğüm kadarıyla omzuma bir kırlangıç yuva yapıyor. Göçebe kuşların da artık metroyu kullanmasıyla ilgili saçma bir hikâyeden geçiyoruz. Beşinci durakta inip meydandaki heykele kadar sadece parmak uçlarıma bakarak yürüyorum.”
Dile kolay, seksen iki öykü sunuyor yazar; nereden nereye götürüyor takipçisini, müzelerden de geçiriyor ama bildiğimiz anlamda müze değil bunlar, çerçevelere de sığıştırıyor ama burada çerçeve başka arayışlarla işli; öyle ki tanıdık görünen hiçbir öğe tanıdık gelmiyor sonunda. Sürprizli düzenlemelerle çalınıyor lir, duyumsallıklarla örtülen katı gerçekliklerimize tesadüf ediyoruz fakat tanıyamıyoruz onları; bir ayna arıyoruz olanı olduğu gibi görebileceğimiz de ne yazık, bulamıyoruz. Bir uçuruma mı açılıyor bu kitap, kelimeler uzun yolculuklardan dönüşler misali taze sabahlara dokunuyor ve resimler allak bullak katmanlardan mı ibaretler yoksa artık gözümüz mü alışkanlığını yitirmiş? Sorguluyoruz diyeceğim ama sorgulamıyoruz ki; tüm sorgulamaların alacakaranlığında olgunlaşmış meyveler toplamış kitabın sahibi ve minik, renkli, hoş görüp yemişiz hepsini. Biz okur artık aynı kişi değilmişiz, bir garipleşmişiz, kısa zannettiğimiz metinlerle genişleyince dimağımız kaleydoskopik bakışlara düşüvermişiz.
“Kendimi tanıdığımda elli yedi yaşındaydım.
Bir köşesinden diğer köşesine çapraz olarak çatlamış o eski aynanın karşısına geçtim. Ağlayacak gibi olmadım, birden ağladım.”
Uzun maratonların da önemi var elbet, haftaları haftalara kilitleyen anıt romanların ve kütüphane doğrultan yüklü kütleselliklere dolmuş cevvaliyet kodekslerinin; kesinlikle hepsinin önemi var fakat arada, hele de bu ara zamanlarda incecik, tüy gibi kelime battaniyelerine ihtiyaç duymuyor mu insan? Modernle post-modern gelgitinde bedenlenen korkunç gürültüye alternatif sağlayacak sessizlik ceplerine ulaşmak için geçiş istasyonları olarak benimsenecek tılsımlı derlemeler aradığımızı inkâr mı edelim? Gelin yüzleşelim gerçekle; daha da kısa metinler istiyoruz. Yüzeyde görünüp beklenmeyen lahzada derinleşene gömülerek anlık kesitlerle kaybolmaya öykünüyoruz. Dünyanın hikâye yükünü dünyada bırakıp külliyat dağarcıklarından yüz çevirmeye, halka halka nefeslenmeye çekiliyoruz. Hemen, şimdi, burada. Tek paragraflık sislere sarınıp genelgeçerler kalabalığından çıkıveriyoruz. Işıkları açmayın lütfen, iki katre sihre ve elbet ona inanmak için de karanlığa aşeriyoruz.
“Saat yedi otuz beş. Her akşam yedi otuz altıda bir yük treni geçer bu istasyondan. Ortalığı yıkarcasına bir gürültüyle. Yüküne göre genç bir hızla. İşte başladı.”
Kırmızı, pembe, beyaz ve mor renkte küpe gibi sarkık çiçekler açarken cümleler hesapsızca içimize çekiyoruz minik yapraklardan şavkıyanı. Yazarın dolandığı mahallerden derilen fısıltılar sarıyor kulağı; yönlendiriliyoruz, öbürkü günlerin olasılıklı peyzajlarına, daima daha kısa ve daha dağınık görünen ufuk vahalarına. Eksiltili yazının tohumları ekilmiş yıllar yıllar önce, nereden gelirse gelsin felaketler toprakta koruma altına alınmış iç tazeliği. Yenilmezliğin sırlı suyuna yatırılmış bu çiçekler, çiçekler mi? Bu metinler. Metinler mi? Bu düşler. Evet; hepsi okunmaya öykünmüşler.
•
* italik alıntılar kitaptandır.