BARIŞ BIÇAKÇI
İletişim Yayınları Kasım 2021 99 s.
Barış Bıçakçı’nın İletişim Yayınları’ndan çıkan, Doğum Lekesi Gibi Bir Gülümseme adlı son kitabındaki “Eşelek” öyküsüne dair bir inceleme.
Eşelek: Armut, ayva, elma gibi meyvelerin yenmeyen, çekirdekli bölümü.[1]
Oraya kadar yiyip bitiriyoruz. İşe yarayan, tat veren kısmını yiyoruz. Sonrası yiyen için bir şeye benzemeyen kısım. Yani çöp. (Yeniden toprağa ekip meyve ağacına dönüşmesi, kurduğumuz bağlamın dışında.)
Öyküdeki kahramanımızın adına bu metinde “E” diyelim ve böylece anlatıyı kolaylaştıralım. E, evli, iki çocuklu, çocuklarını büyütmüş, orta yaşı geçmiş bir kadın. Annesi ölmüş. Kocasını bize anlatırken “kendi âleminde yaşayan”, çocuklarını anlatırken de “kendi dünyalarında” ifadelerini kullanıyor. Ciddiye alınmamaktan, değer görmemekten şikâyetçi. “Çocuklar da büyüyünce ben ısırılmış elmaya döndüm” diye özetliyor ruh durumunu. Bu durumda bir ısırık da kendisi alıyor kendinden ve bir ısırık daha… Ve ekliyor. “Isırılmış elmayı kim ne yapsın?” Sonunda annesinin deyişiyle eşeleği çıkıyor.
E ve bir grup arkadaşı, haftada bir gün kitap okumak üzere toplanıyor. Oluşturdukları bu okuma grubunun görünen amacı her hafta bir eserin okunması ve tartışması olsa da, katılımcılar açısından dile dökülmeyen beklentiler bambaşka. Aşk, dostluk, değişim, anlam, mucize gibi bu beklentiler, toplantıların sürekliliğini sağlayan esas etmenler. Hepsi, bu toplantılara devam etmeleri halinde, hayatlarında olmasını istedikleri pek çok şey sanki olacakmış umudunu içlerinde taşıyarak, bir anlamda eşelek olma ve bundan sıyrılma halinin ruh durumunu ortaya koyarlar.
Artık çekirdeği görünen elmayı, yani elmanın yenmiş bitmiş kısmını –olmayanı– son bir umutla var etme fantezisi diyelim buna. Başka bir anlamda, gerçeğe direnç, gerçeği değiştirme istenci. Toplantılara katılanlar açık olarak bu istençlerinin farkında değiller. Çünkü insan gerçeği en güzel kendinden saklar. (E de aynı fikirde olmalı ki, “öyle bir saklarlar ki, sonra kendileri bile bulamaz” diye belirtiyor düşüncesini.)
Yaşamı ruhsal dengemizi bozmadan sürdürebilmek için muhtelif yollar buluruz. Gerçeği saklamak ya da görmezden gelmek bunlardan biridir. Psikoloji de dirençler ve savunma mekanizmaları gibi kavramlar üzerinden insan doğasının bu olağan işleyişini bize anlatmaz mı?
Esasen her insan, kendisini eşeleğe dönüştüren bir yoldan geçmektedir. Bundan kaçış pek mümkün olmasa da, farkına varmak, anlamak, inceltmek, kabul edilebilir hale getirmek, bu durumdan en az zararla çıkmamızı ve başkalarına daha özenli davranmamızı sağlayabilir. E, eşeleğe döndüğünün farkına vardıktan sonra, aslında yatıştırmaya çalıştığı kızgın kişinin kendisi olduğunu görmüştür. E’yi diğerlerinden ayıran da işte bu farkındalık durumudur.
Biricik hayatlarımızın uzak yakın bir sürü insan tarafından talan edilmiş olduğunu anlamak hakikate çok yakın bir konumdur. Hakikat dediğimiz şey eksikliğin, bir başka deyişle iğdişin farkındalığını içerir. Bu da bize kaçınılmaz olarak yası getirecektir. Bütün bunlar sancılı ve acı verici olsa da, insanlaşma sürecinde depresif konum (bir başka deyişle suçluluk ve hüzün gibi duyguları duyma yeteneğine bir gönderme) gereklidir. İnsan iyideki kötüye tahammül edebildiği ölçüde dengeli bir ruhsal dünya kurabilecektir.
Bunun farkında olmayanlarsa, hikâyede E’nin bize saydığı iktidar olmak, bilgi yarıştırmak, mucize beklemek, liderlik yarışı, rekabet, kibirlenme, küsmek, hırslanmak gibi türlü baş etme yöntemleriyle, kızgınlıklarını yatıştırma telaşına düşerler. Hatta bazen de bu duygu boğazlarına takılmış kılçık gibi, devamlı öksürdükleri bir semptoma dönüşebilir.
Öyküde E, kendi kızgınlıklarıyla başa çıkabilmek için bütün enerjisini annesini yatıştırmaya vermiştir. Anne ölüdür ama E hâlâ içindeki anneyi yatıştırmaya çalışmaktadır. Hayatını eşeleği çıkana kadar hem başkalarına yediren hem de kendi yiyen bitiren ve bu durumun öfkesini içinde taşıyan, “aşırı kızgın” insanlar (anne, annenin imlediği E), artık delice şeyler yapmanın eşiğine gelmiş bir ruh durumundadır. Yatıştırılmazsa kendilerini vızır vızır trafiği olan bir caddeye atmayı umursamayacak bir duygu durumudur bu.
Bu duygu durumundaki birine artık gündelik dille ulaşım imkânı kalmamıştır. Anadilinden kopmuş bu insanlar için artık yeni bir iletişim dili gereklidir. E, annesinin gündelik dili anlamadığını tesadüfen fark eder. “Bir gün yine onu yatıştırmaya uğraşırken ve başaramazken ne yapacağımı bilemeyecek kadar çaresiz hissettiğim bir anda, tuttum ona Parasız Yatılı’dan bir öykü okudum” diye bize anlatır bu ânı. Anne öyküyü ilgiyle dinler. Kaldırımdan yola inmez. E, o ânı şöyle anlatır. “Anlaşıldığını düşünen insan farkında olmadan gülümser ya, işte öyle gülümsedi bana.” İşte o an, annesi ve (kendisi) için ihtiyaç duyulan yeni dil bulunmuştur. Bu dilin adı, “o zamandan beri anadilim oldu” dediği: “Edebiyattır.”
Anlama ve anlaşılma ihtiyacı, mevcut dilin sınırları içinde artık karşılanamaz noktaya geldiğinde, yeni bir dil nasıl olur da anadilin yerine geçecek kadar insana iyi gelir? Sorunun cevabı olarak E bize, “mecaz” denen edebi sanatı işaret eder. Nedir mecaz? Anlamın dışına çıkıp değiştirmece. Anlamı inceltmek için gerçeği değiştirmece.
Anadilin yerine geçebilecek kadar rahatlatıcı, anladığımız, anlaşıldığımız, kapsandığımız, alışıldık kalıbın (kabul edilmişin) dışına çıkan dildir bu. “Edebiyat dilinin” içinde fanteziler, korkular, ejderhalar, devler, rüyalar, kısaca hayal dünyamız vardır. Bu dil, Freud’un: “Aklı yöneten yasaların bilinçdışında hükmü yoktur” diye anlattığı bilinçdışını da kapsar.
Anadil dahil bütün diller, o dilde dile gelen, o dili konuşanları düzene, kurala, gramere davet ettiği için esasında bir ölçüde, bir yanlarıyla baba dilidir.[2] Bu cümle üzerinden, anlamı incelten mecazi bir çıkarımda bulunursak, günlük iletişim dili ne kadar cüretkâr, keskin, kibirli, kızgın bir tonda, kural koyan, sınır çizen, düzen dili olursa, insan anadilden o kadar uzaklaşır, diyebiliriz sanırım.
E’nin içinde bulunduğu okuma grubu da bu liderlik yarışının tozundan, iktidar hırsının kirinden ari kalamamıştır. Birbirini anlamaktan uzak ve diğerini (hatta okudukları kitapları ve yazarları dahi) kendi çizdiği çemberin içine alma eğilimindeki bu katılımcılar, hayatın sıradan zevkleri için büyük bahislere girmekten yorgun düşseler de –eşelekleri çıksa da– toplantıları sürdürmeye devam etmektedirler.
Bir gün kitaplarını okudukları yazarlardan birini toplantılarına davet ederler. Söyleşi sırasında E, kendini birden davet edilen yazarla söz düellosu yaparken bulur. İçindeki kızgını yatıştırmak için katıldığı okuma grubu, içindeki kızgının sahneye çıkmasına aracılık eden bir şey haline gelmiştir. “Gündelik dil bize neden yetmiyor?” sorusu üzerinden başlayan tartışma, E’nin öfkesini açığa çıkartır. Ana caddeye kendini attıran bu delilik hali, her ne kadar içinde bulunduğu durumdan bir kaçış çığlığı olsa da, hep kaldırımda yürüyen, yola inmeyen kişiler de E’ye göre aynı delilik halindedir. “Neden sözcükleri gerçek anlamlarıyla kullanmak bize yetmiyor?” sorusuyla devam eder tartışma. Bu liderlik yarışında yazar da pes edecek değildir kuşkusuz. Benzer bir kızgınlıkla karşılık verir E’ye.
Gerçeğin ne olduğu üzerinden, herkesin diğerini kendi çizdiği çemberin içine alma çabası, topluluk tarafından övgüyle seyredilmektedir. İktidar hırsı, liderlik yarışı ve rekabet taşıyan bu tür seyirliklerin alıcısı her zaman için boldur. “Burada şu an son derece entelektüel bir tartışma yaşanıyor” diyen emekli bir subay, coşkuyla fotoğraflar bu durumu.
Tartışmayı kazanmak için son bir hamle yapan E, “Gerçek, annelerimizle kurduğumuz ilişkidir. Gerçek en basit haliyle budur!” diyerek noktayı koyar. Bu cümle bize, anne memesiyle kurulan ve dünyaya bakışımızı belirleyen ilk ilişkiyi de hatırlatır. Ancak konuk edilen yazar, edebiyat dilini kullanmamaya kararlı bir şekilde, günlük dilin tahammülü zor gerçeğiyle E’ye cevap verir. “Benim annemle ilişkim hayal kırıklığı barındırmıyor.”
Bu cümlenin E’de yarattığı öfke, onu vızır vızır arabaların geçtiği caddeye atacak kadar şiddetlidir. Belki de bu cümleyle E, eşelek olma durumunu, suçluluk duygusu içinde yeniden hatırlamıştır. Susar. Birbirlerini anlamaktan uzak, sadece kazanma erimli bu tartışmadan onu çekip çıkartmak ve yatıştırmak için annesi nihayet kapıda görünür. O sırada bizler (biz okurlar) dünyayı kuşatan bu delilik halini, tıpkı okuma grubunun hayranlık ve övünçle fotoğraf çeken üyeleri gibi, izlediğimizi fark ederiz.
Fark eder miyiz? Fark etmeliyiz.
Bana kalırsa bu noktada, hepimiz E gibi çemberlerin içindeyiz. İhtiyaç duyduğumuz şey yeni bir dil. Paylaşımcı, barışçıl, destekleyici, adil, anlaşıldığımızı ve kapsandığımızı hissedebileceğimiz, anadilimiz olarak kullanacağımız yeni bir dil.
Eğer bu dili konuşur hale gelirsek; “eşelek olmak”, “eşelek hissetmek” yerine, eksildikçe tamlık hissedeceğimizi düşünüyorum. Çünkü eşelek, aslında gelecek nesillerin kalbini taşır. Tohumda, (çöp olarak görülen eşelekte) saklı bir yaşamdır bu. En son kalan çekirdekli kısmımız da toprağa düştüğünde, bizden sonrakileri beslemek üzere filizlenir. Yani yazının en başına dönecek olursak, bu dil sayesinde bağlam değişir.
Doğum Lekesi Gibi Bir Gülümseme kitabıyla Barış Bıçakçı, ebedi susmadan, edebi konuşmaya giden bir dilin mümkün ve ne kadar güzel olduğunu bizlere göstererek, bir meyvenin en kıymetli yerinin eşelek olduğunu hatırlatmış.
•
NOTLAR:
[2] Prof. Dr. Cem Kaptanoğlu, Annenin Emzirdiği Dil: Anadil