Ernst Jünger ve savaş kültü

Ernst-Jünger-Çelik

Çelik Fırtınalarında

ERNST JÜNGER

çev. Tevfik Turan Jaguar Yayınları 2019 320 s.

Arkaik epiklerde olduğu gibi savaşı dünyanın olağan bir durumu ve bütün asil değerlerin elde edilmesinin yegâne yolu olarak kabul eden Jünger, metin boyunca bu düşünceyi kıracak bir felsefi perspektif oluşturmaktan kaçınır. Epiklerde kahramanın varoluş yazgısı olan savaş, Jünger’de de benzer bir şekilde ulusun varoluş yazgısına dönüşür. Roman boyunca savaş, sadece bu bağlamdan hareketle betimlenir.

MESUT OKTAY

Cinayetten korkunç olansa cinayete alışmak                                   
ölüm doğallaşınca çünkü onanır zorbalık da.                                                               
                                                         Ahmet OKTAY

1895’te doğan Ernst Jünger, bir asırlık hayatıyla modern Alman tarihinin birçok evresini yaşama imkânı bulur. Bu hâliyle Jünger, Alman düşünce tarihinde de oldukça etkili bir simadır. I. Dünya Savaşına gönüllü olarak katılır ve cephede gösterdiği yararlıklar sayesinde teğmenliğe kadar yükselir. Hayli üretken bir yazar olan Jünger, iki savaşı da deneyimlemiş biri olarak edebiyat tarihinde ciddi tartışmaların odağında yer almıştır. Bir dönem nasyonal sosyalizme meyledecek olsa da Mermer Yalıyar adlı eseriyle Hitler’in öfkelenmesine sebep olur ve Hitler döneminde eserleri yasaklı yayınlar arasında yer alır. Yazın ve düşünce hayatında savaş tarafgirliğini kimi zaman açıktan kimi zaman da dolaylı yollardan ortaya koymuş olmasına rağmen Nazilere yönelik örtülü saldırı yazılar yazmaktan da geri durmamıştır. Bu tür ikircikli bir tavra sahip olsa da Jünger, Ulus Baker’in Yüzeybilim-Fragmanlar’daki ifadesiyle “savaşın kendisinin adamıdır”. Savaşı politika, teknoloji, toplum gibi olgulardan tecrit ederek kutsayan, estetize eden Jünger, Walter Benjamin gibi savaş karşıtı teorisyenlerin de eleştirisine uğramıştır.

1930’lu yılların Almanya’sında bir kanser hücresi gibi toplumun bütün organlarını ele geçiren savaş övgüsünün somut bir örneği olan Savaş ve Savaşçı adlı derleme türündeki eserinde açık bir savaş taraftarlığını seslendiren Jünger için savaşın hangi yüzyılda, hangi gerekçeler ve hangi idealler uğruna çıktığı ikincil bir öneme sahiptir. Jünger adı geçen eserinde savaş ve savaşçı kavramlarına birer mitos gibi yaklaşarak savaşı estetize etme cüretkârlığını göstermiş ve bu yaklaşımıyla bireylerin ve ulusların şiddet eğilimlerine dayanak oluşturmuştur. Oysa Benjamin, bunun tam aksine savaşın ancak tüm olgularla birlikte ele alındığında anlaşılabileceğini savunmuş ve Jünger’in kendi öznel deneyimlerinin etkisi altında kalarak objektivitesini yitirdiğini dile getirmiştir. Devamında ilerleyen savaş teknolojisine dikkat çekerek Jünger’in kutsadığı itaatkâr savaşçı olgusunun değişen savaş koşullarında hiçbir değerinin olmadığını zira ilerleyen savaşlarda sivil-asker ayrımının ve savaş hukukunun ortadan kalkacağını vurgulamıştır.[1] Nitekim kısa bir süre sonra II. Dünya Savaşında yerle bir edilen şehirler ve katledilen milyonlarca insanın çıplak gerçekliği, Benjamin’in söylemlerinde ne kadar haklı olduğunu ortaya koyarken Jünger’in savaşı ve savaşçıyı kutsayan, bunları her şeyden bağımsız olgular olarak estetize eden görüşlerinin de ciddi bir şekilde tenkide tabi tutulmasına yol açmıştır.

 Çelik Fırtınalarında ve estetize edilmiş savaş

Ernst Jünger’in I. Dünya Savaşı’ndaki deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı otobiyografik romanı Çelik Fırtınalarında 1920 yılında yayımlanır. Roman, Jünger’in diğer gönüllü askerlerle cepheye ayak basmasından Almanya’nın kesin yenilgisiyle sonuçlanan savaşın bitimine kadar olan sürede zamandizinsel bir örgü ile cephede yaşananları anlatmaktadır. Çelik Fırtınalarında Jünger’in kurguladığı savaş estetiğinin somut bir örneği olması açısından ilgiyi hak ediyor. Yazarın bizzat kendisinin de dâhil olduğu genç savaş gönüllülerinin militarist bir şevkle cepheye adım atmasıyla başlayan romanda savaşı her türlü ideolojik, sosyo-ekonomik, politik sebepten izole Nietzschevari bir güç istencinin mitik aracı olarak görüyoruz.

Roman boyunca savaşın sebeplerine ve bu sebeplerin sorgulanışına tanıklık edecek bir vurgu bulamamakla birlikte romanın başında kendinden geçmiş gönüllü çocukların ağzından işittiğimiz “Harp bize elbette büyük olanı getirecekti, kuvvetli, şerefli olanı” (s. 9) söyleminin romandaki bütün ayrıntılarda yeniden üretildiği intibaı eksik olmamakta. Bu bağlamda savaş, Jünger’in gözünde Alman ulusuna özlemini duyduğu güç ve azameti getirecek yegâne araçtır. Dayandığı sebep veya yapılış biçiminin bir önemi yoktur. Yerle bir edilen şehirler, parçalanan bedenler, tahrip edilen doğa bu yüce amacın ve mitik aracın kabul edilebilir kayıplarıdır.

Savaşın romanda betimlenişi de yine yukarıda bahsedilen savaş estetiğiyle rahatsız edici bir uyum sergilemekte. Nice teknolojik silahların, binlerce ton mühimmatın, uçakların, topların kullanıldığı eşsiz bir görsel şölen havasında tasvir ediliyor savaş:

“Saat dokuzdan ona kadar ateş çılgınca bir hal aldı. Toprak sarsılıyor, sema fokur fokur kaynayan dev bir kazana benziyordu. Yüzlerce ağır batarya Combles’un dışında, içinde patlıyor, sayısız bomba ıslıklar, homurtular içinde başımızın üstünden geçiyordu. Her taraf rengârenk tenvir fişeklerinin tehditkâr ışıklarıyla aydınlanan koyu duman altında kalmıştı.” (s. 109-110)

Çarpışan askerlerin her türlü insani nitelikten uzak, savaş mitosunun birer arkaik kahramanı olarak kurgulanması Jünger’in savaşçı kavramıyla net bir şekilde örtüşmekte. Makbul görülen asker/savaşçı tipi; iradeye teslim olmuş, hırslı, cesur ve yüce amaca ulaşmada üzerine düşeni canı pahasına yerine getirmekten çekinmeme gibi özelliklerle donatılmıştır.

“Bu seste büyük bir hissizlikten başka bir şey kalmamış, bu ses ateşle pekişmişti. Harp böyle adamlarla mümkündür” (s. 106).

Bu açıdan roman tiplemeleri de sözü edilen rahatsız edici ahengi perçinliyor.

Makul kayıplar, militarizm, zenofobi

Savaş anlayışına yönelik yukarıda verilen izahattan da anlaşılabileceği gibi Jünger, savaşı müstakil bir olgu olarak görmekte. Arkaik epiklerde olduğu gibi savaşı dünyanın olağan bir durumu ve bütün asil değerlerin elde edilmesinin yegâne yolu olarak kabul eden Jünger, metin boyunca bu düşünceyi kıracak bir felsefi perspektif oluşturmaktan kaçınır. Epiklerde kahramanın varoluş yazgısı olan savaş, Jünger’de de benzer bir şekilde ulusun varoluş yazgısına dönüşür. Roman boyunca savaş, sadece bu bağlamdan hareketle betimlenir. Buna bağlı olarak da cephede verilen kayıplar kesif bir soğukkanlılıkla anlatılırken, yaralanan ve ölen askerler olağan bir duygusuzlukla makul kayıplar olarak ifade edilir.

“Nöbetçilerden biri aniden kanlar içinde yere yığılır. Başından isabet. Arkadaşları ceketinin cebinden gaz bezini çıkarıp sargısını sarar. ‘Bir işe yaramaz ki artık, Willem!’ ‘Yav, adam nefes alıyor daa.’ Sonra sıhhiyeciler gelip adamı sargı mahalline taşır. Sedye sert sert, zikzaklı omuzlukların köşelerine çarpar. O gözden kaybolur kaybolmaz her şey yine eski halini alır. Birisi yerdeki kırmızı birikintinin üstüne birkaç kürek toprak atar ve herkes işinin başına döner” (s. 37).

Büyük Alman ulusunu bekleyen büyük zaferin tek yolu olan savaş, elbette ki gerekli toplumsal mobilizasyonu gerçekleştirebilmek için en etkili yöntem olan militarizmi benimser. Romanda her ne kadar cephe gerisindeki toplumsal yaşama dair pek bir ayrıntı verilmese de cephedeki Jünger’in ve diğer askerlerin düşünce ve motivasyonları bize Alman toplumunda ciddi bir militarizasyon sürecinin başladığını göstermekte. Zira roman boyunca askerleri büyük bir iştahla savaşmaya ve ölmeye gönüllü olarak görürken, savaşın birey ve toplum yaşamında yarattığı onulmaz tahribatın hiçbir şekilde mevzubahis edilmediğini gözlemliyoruz.

“İçinde bulunduğum ölüme benzer bitkinliğin içine şimdi bir saadet şuuru karışıyordu; bu his gittikçe kuvvetlendi ve haftalarca içimde kaldı. Ölümü düşündüm, fakat bu beni tedirgin etmedi. İçinde bulunduğum bütün şartlar gözüme hayret edilecek derecede basit görünüyordu.” (s. 201)

Milliyetçiliğin ana beslenme damarlarından biri olan zenofobi, özellikle kriz dönemlerinde savaş politikalarına yönelik kitle desteğinin tahkiminde sıkça başvurulan araçlardan biri olmasına rağmen romanda gerek anlatıcı ve protagonist Jünger’de gerek diğer yan karakterlerde zenofobik bir yaklaşım görülmez. Muhtelif cephelerde muhtelif düşmanlarla karşılaşan Jünger, bu düşmanlara yönelik ırkçı ve ayrımcı ifadelerden kati suretle kaçınır. Daha da ilginci göğüs göğüse çarpıştığı İngilizlere, Fransızlara karşı savaşın müsaade edebildiği ölçüde munis, insancıl yaklaşımlar sergiler. Bu yaklaşımını da şu ifadeler net bir şekilde kanıtlar niteliktedir.

“Harp boyunca daima karşı tarafa nefretten ari olarak bakmaya ve onu cesareti ölçüsünde, bir erkek olarak takdir etmeye gayret göstermişimdir. Ben onunla muharebe içinde karşılaşmaya gayret ettim ve ondan beklediğim de başka bir şey olmadı. Fakat hiçbir zaman onu aşağı görmedim.” (s. 68)

Sonuç yerine: edebiyat ve savaş

İnsanlık tarihinin en eski çağlarından beri savaş, insan soyunun arsız bir eşlikçisi olmuştur. Tarihsel süreçte savaş olgusunun biçimsel ve felsefi dönüşümü insanların savaşa yönelik değer ve fikirlerinin de dönüşümüne yol açmıştır. Bu karşılıklı dönüşüm, en eski anlatılardan itibaren edebiyatın savaşa yönelik tavrını da belirlemiştir.  Savaşı mitik, realist, romantik gibi farklı perspektiflerden ele alan edebiyatta özellikle 19. asırdan itibaren bir kanon oluşturacak denli savaş karşıtı eserler verilmeye başlanır. Dünyada emperyalist güç ilişkilerinin yükselmesi ve gelişen teknolojiyle toplumların ve bireylerin ve dahi doğanın savaş karşısında eskisinden çok daha hoyrat bir şiddetle karşı karşıya kalması,  sanat ve sanatçının savaş karşıtlığı gibi politize bir tavır takınmasını mecbur kılmıştır.

Bu bağlamda Çelik Fırtınalarında romanıyla aynı tarihsel süreci ele alan Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok adlı eserinde Remarque; savaşın yarattığı yıkımı ulusal çıkarlar, milliyetçilik gibi afyon etkili olgularla gerekçelendirilemeyecek denli eleştirel bir tutumla aktarır. Çelik Fırtınalarında romanında Jünger ise savaşın insan yaşayışının her alanında yarattığı feci yıkımı, bireylerde sebep olduğu fiziksel ve ruhsal parçalanmayı hicvetmek bir yana dursun bütün bunları büyük Alman ulusunun hak ettiği o büyük zafer için onamakta ve pekiştirmektedir.  Jünger’in savaş gibi bir kamu sağlığı sorununa edebiyat yoluyla karşı çıkmak yerine savaşa yönelik romantik bir tavır benimsemesi, açık şiddet kullanımının kitleler nezdinde onanması tehlikesine ve adının –haklı olarak– faşizmle irtibatlandırılmasına sebebiyet vermiştir. Jünger’in savaşa dair epik-romantik tavrı romanın şu satırlarında somutlaşır.

“Neydi bu şimdi? Harp pençelerini göstermiş, yüzündeki rahatlık maskesini atmıştı. Bu ne kadar esrarengiz, ne kadar gayrişahsi bir şeydi. Öyle bir şeydi ki, ta ötelerdeki düşman denen o esrarengiz, tekinsiz varlığı akla getirmiyordu bile. Edinilmiş tecrübenin tamamen dışında olup biten bu hadise o kadar kuvvetli bir tesir bırakıyordu ki bağlantıları kavraması insanı yoruyordu. Öğle vaktinin parlak ışığı altında hortlağımsı bir görünüştü.” (s. 11)

Tüm bunların ötesinde Çelik Fırtınalarında romanının, savaşın kronolojik seyrini büyük bir edebî ustalıkla aktarmak, güçlü fiziksel ve kavramsal betimlemeler yapmak, bir savaş edebiyatı örneği olarak muharebelerde cephe gerisi ile cephe rutinini ayrıntılı bir şekilde yansıtmak, kullandığı dilin kurgu ve atmosferle uyumu gibi teknik hususlarda oldukça başarılı olduğu söylenebilir.

 • 


[1] Walter Benjamin, “Alman Faşizminin Kuramları: Ernst Jünger’in Denemeler Derlemesi ‘Savaş ve Savaşçı’ Üzerine”, Estetize Edilmiş Yaşam,çev. Ünsal Oskay, İnkılâp Kitabevi, 2007.