ASLI KOCAELİ
Küsurat Yayınları 2020 159 s.
Ölüm karşısında her insanoğlu sarsılır. Kişi; kendi yaşına, ölen kişinin yakınlığına, ölenin yaşına, ölüm kavramına bakışına göre farklı tepkiler verebilir. Bu tepkiler ağlama, inkâr, şoka girme, hiçbir şey hissedememe, gayrı ihtiyarı gülme şeklinde olabilir.
Ölüm karşısında her insanoğlu sarsılır. Kişi; kendi yaşına, ölen kişinin yakınlığına, ölenin yaşına, ölüm kavramına bakışına göre farklı tepkiler verebilir. Bu tepkiler ağlama, inkâr, şoka girme, hiçbir şey hissedememe, gayrı ihtiyarı gülme şeklinde olabilir.
Küçük yaşlardaki çocuklar ölümü hiçbir şekilde anlamlandıramazlar. Çünkü sadece somut olarak hissedebildikleri şeyleri anlayabilirler. Ölüm ise soyuttur ve korkutucudur. Cenaze ritüeline tanık olmuşlarsa kafalarında birçok soru işareti oluşur. “Toprağın altına neden gömüldü?”, “O şimdi nerede?” gibi… Cenazeye götürülmemişse durum daha vahim bir hal alır. Çünkü çocuğun zihnine göre, birkaç gün önce var olan insan bir anda ortadan yok olmuştur. Çocuklar küçük olmalarına rağmen her şeyin farkına varırlar. Kim kaybedildiyse o kişinin nerede olduğuna ve ne yaptığına dair ısrarcı sorular duyarız. Acı haberi söylemesi gereken çocuğun “en güvendiği” yakın kişi, kötü haberi saklarsa işler sarpa sarar. Çocuk nasıl olsa gerçeği öğrenir. Gerçeği öğrenme şekli onun büyüklerine karşı güvenini güçlendirir ya da zedeler.
Kendilerini sağlama almaya, güvende hissetmeye yönelik sorulan sorularla süreç devam eder. Eğer ebeveynlerin ikisi de sağ ise “Anne, baba siz ölmeyeceksiniz, değil mi?” ya da “Siz ne zaman öleceksiniz?” sorularını sorarlar. Çünkü bu dünyada en güvendikleri liman önce anne kucağı, sonra da babanın sıcacık kollarıdır. Birkaç gün devam eder bu sorular. Kaybolur gibi gözükür. Birkaç ay sonra tekrar ortaya çıkar. Aldıkları yanıtlarla beraber ölümün nasıl bir şey olduğunu kendi dünyalarında bir yere yerleştirmeye çalışırlar.
Peki, ebeveynlerden biri ölürse ne olur? Çocukların korktukları başına gelir. Aslı, babasını kaybettiğini bu dünyada en yakını olan annesinin tabiriyle “konuşmaması gereken hiç kimse”den öğrenir: “Yavrum bu yaşta babasız mı kaldın sen, ne kadar erken öldü, dağ gibi de adam.” (s. 12)
“Hiç kimse”, kendi üzüntüsünü dile getirir; fakat babası ölen bir çocuğun kalbini kanırtarak kanattığının farkında değildir. Çocuğun duygularıyla yakından uzaktan alakası olmayan bir kişinin sözleridir bunlar.
Çocuk önce şok olur : “Benim babam mı öldü?” (s. 13) Bu cümleyi içinden defalarca tekrar ederek idrak etmeye çalışır. Yaşının küçük olmasından mütevellit her yaşanan olayın kendisinden kaynaklandığını düşünerek kendini suçlu hisseder: “Yaramazlık yaptığım için mi? ...” (s. 13)
Aslı’nın babası artık yoktur. Babası ölünce nasıl davranacağını bilemez. En etkili rol modeli olan annesini gözlemler. Annesi ne yapıyorsa onu yapacaktır. Annesi ağlıyorsa o da ağlayacaktır. Ama annesi bir gram gözyaşı bile dökmez. Çünkü babasız kalan biricik kızı için dayanıklı olmak ve zayıflığını gösterecek duygularını belli etmemek zorundadır. Hatta kızgındır. Aslı da annesi yas tutmadığı/tutamadığı için ağlayarak değil, kendi kendine bulduğu bir oyunla yas tutar: Koltuğa bakmaca oyunu. Babasının hem sağlıklıyken hem de son zamanlarında hastayken oturduğu koltuğa sürekli bakmaktadır:
“Oyunun kuralları belli, eğer koltuğa yeterince bakarsam koltuk normal bir koltuğa dönüşecek ve bana artık acı vermeyecek.” (s. 15)
Kurduğu oyunlarla yarasını sarmaya çalışırken annesini kaybetme korkusunu içten içe yaşar. Yaşadığı korkular Aslı’yı bir çocuktan beklenemeyecek bir olgunluğa eriştirir. Annesiyle empati bile kurar:
“Anlıyorum ki ben ağlamazsam hislerim karnımda gezinip dışarı çıkacak bir yer arıyorlar. Beni gaz gibi sıkıştırıyorlar. Eğer ağlarsam da sıvı hale dönüşüyor, bir şekilde akıp gidiyorlar. O anda anneannemin annemi neden ağlatmak istediğini daha iyi anlıyorum. Demek ki bu karın ağrıları annemde hiç geçmiyor. O hiç ağlayamıyor. Bunu fark ettiğimde içimde anneme karşı bambaşka bir his beliriyor. Onu biraz da olsa anladığımı hissediyorum.” (s. 24)
Aslı, her zaman neden mantık dışı davrandığına ve neden kötü hissettiğine dair akıllıca açıklamalar yapar. Bazen minik bir psikolog hatta minik bir filozof gibi konuşur. Hayatı hep sorgular: “Büyümek için dönüşmem, dönüşmem için de değişmem gerekli.”(s. 62) Buna benzer cümleleri görünce şaşırırsınız. Olgun olmasında babasının erken kaybından ziyade annesinin olgunca davranması yönünde telkinleri yatar: “Aslı, büyük gibi olmalısın. Ciddi olmalısın. Kimseye yük olmamalısın.” (s. 22) O da zaten üzgün ve kızgın olan annesini daha fazla yıpratmamak için erken yaşta yetişkin Aslı olur. Tek bir durumda zıvanadan çıkar. O da yatılı ortaokulu kazandığı zaman. Anneannesinin, dedesinin ve annesinin onu evden uzaklaştırmaya çalıştığını sanır. Çok kırılır. Babasının yası yetmiyormuş gibi bir de evden ayrılma yasıyla başa çıkmaya çalışacaktır.
Ama her cuma eve döndüğünde anneannesi çok güzel sofralar hazırlar. Dedesi de ona her çarşamba günü çikolata götürür. O zaman der ki: “Beni seviyorlar, öyleyse bir an önce eve döneyim.” Hemen çalışmalara başlar. Hazırlık sınıfında kalırsa evine kavuşacaktır. İki yıl üst üste kalır. Fakat o kadar şanslıdır ki(!) sınıfını geçmesi için af gelir. Annesi af sınavını geçmesi için İngilizcesi iyi olan bir üniversite öğrencisi tutar. Aslı hâlâ kalmanın yollarını aramaktadır. Ders veren abiye durumu çıtlatır. Anne, çocuğunun asıl niyetini öğrenir:
“Aslı… Bu okulun sana verdiği eğitimi ben karşılayamam… Şu hayatta en önemsediğim şey senin eğitimin ve geleceğin. Başımıza neler geleceği, neler olacağı bizim elimizde değil ama çalışmak ve çabalamak bizim elimizde. Bak anneannen ne istersen yapıyor, deden seni her yere götürüyor. Ben de senin için…”(s. 43)
Cenazeden beri ağlamayan annesinin gözyaşlarını o zaman görür.
Bu kitapta hep acı mı var? Hayır. Yanlış anlaşılmaların, beklentilerin, dil sürçmesinin, zekice verilen cevapların ve kelime oyunlarının kullanılması sayesinde mizahi unsurlar da var. Tıpkı Karagöz oyunundaki gibi: “Hem beni devir hem gözünü devir, kızım ben seni var ya!” (s. 49)
Herkes monolog yapar. Bazı insanlar kendi kendine konuştuklarının farkında olmaz, bazıları da farkındadır. İç konuşma, düşünen bir varlık olmamızın getirisidir. Bu konuşmalar, iyisiyle kötüsüyle her türden duyguyu barındırır. Aslı, endişeleri ve korkularıyla ilgili soruları içten içe sorar. Cevap veren iç sestir. İç ses, felaket tellallığı yaparak verdiği cevaplarla işini daha da zorlaştırır. Aslı, iyi şeyler düşünmeye çalışırken o hep vesvese yapar; içinde bulunduğu zihni alt etmeye çalışır; özgüvenini zedeler:
“Konuşursan kesin salak bir şey çıkar ağzından, ne söyleyeceksin, kesin saçmalayacaksın, gelmese daha iyi, sen ne anlarsın biriyle yüz yüze konuşmaktan, anca posterlerle konuşursun.”(s. 126)
Aslı’nın işini zorlaştıran iç ses, okuru aydınlatır. Bu sesler sayesinde Aslı’nın iç dünyasıyla bağ kurarız; korkularına, endişelerine tanık oluruz. İç sesin ayyuka çıktığı zamanları Aslı şu cümlelerle yansıtır:
“Herhangi bir planım yok, görevim yok, yazmam gereken bir mesaj yok, bir mücadelem yok. İçses için söylenmeye uygun alan.” (s. 135)
İç sesin dışında birkaç Aslı daha var. Çocuk Aslı, genç Aslı, yetişkin Aslı ve anne Aslı. Hepsinin dili birbirlerinin içine yumuşak geçişler yaparak kaynaşır. Dil, sizi sarıp sarmalar. Tek bir yerde bulutların üzerindeyken “klişe” cümlelerle sert zemine düşersiniz: “Gözlüklü öğrenciyle dalga geçilme klişesi. İşte ben de bir klasiği anbean yaşıyorum.” (s. 26)
Yaygaracı iç sesi bastırmak için Aslı günlük tutmaya başlar. Hatta ona takılır: “N’oldu hadi konuş iç ses!” Farkeder ki yazdığında iç ses hiç konuşmaz. Büyük bir keyifle yazmaya devam eder. Kafasında projeler dans eder, projeleri uygular. Bazen başarısız olur. Ama yılmaz. Başarılı olduğu projeleri de vardır. Çarşamba Çikolataları adlı kitabını yazarak duygularını sağaltır. Hem kendinin hem de başkalarının yaralarına merhem olur:
“Mutluluk yolunda gitmek isteyenler tek başına olmamalıdır. Arkadaşlarla, aileyle bir arada olmak önemli. Çünkü insan doğası gereği başkalarıyla bir arada olan bir canlı.” (s. 120)
•