GÜN ZİLELİ
İletişim Yayınları
Çanlar, bizi büyük günlerin beklediğini haber vermektedir. Ve bir sabah çan sesleriyle uyanacaktır, İstanbul...
Gün Zileli’nin son romanı Çanlar, geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları’ndan çıktı. Roman henüz yazılırken ve daha sonra da baskıya verildiğinde –henüz yayınlanmadan- üzerinde kısaca konuşmuştuk, Zileli’yle. Romanın Rusya’da başlayan, İstanbul’da, İspanya’da süren Gezi direnişine ve Türkiye’nin yakın geleceğine uzanan kurgusunu doğrusu işlemesi zor ve biraz da iddialı bulmuştum. Ama okuyup bitirdiğimde Çanlar, son dönemlerde beni en çok etkileyen romanlardan biri oldu.
“O zaman kendimin dışına çıktım ve kız çocuğunu yukarıdan takip etmeye başladım. / Aşağıdaki patika yolda koşuyor. Sekiz, dokuz yaşlarında olmalı. Saçları iki tarafından örülmüş. O bendim. İsmi Yelena. Yelena Obelenskaya.”
Çanlar, bir Rus kadının, Yelena Obelenskaya’nın Ekim Devrimi’nin hemen öncesinde Rusya’da başlayan öyküsüdür. Petersburg’da, Neva Caddesi’nde kızakla kayılan güzel ve sakin günler... Aristokrat bir ailenin devrimle birlikte parçalanan yaşamı. Minsk’teki malikânenin köylüler tarafından yağmalanması. Ölümler. Konstantinapol’e kaçış; bir bilinmez şehirde bir başına geçen yıllar. Pera. Revüler, batakhaneler, genel evler, perükâr salonları... Sonrasında Paris’e, İspanya iç savaşına tanık olan bir yaşam. Ve yeniden anayurda dönüş, yeniden Sovyetler Birliği: Lubyanka.
Yelena, zor ve sıra dışı bir hayata tutunmaya çalışan sıradan biri. Korkularıyla, umutsuzluğunu, çaresizliğini aralayıveren sevdasıyla bizden biri. Madam Tanya, Tasula, Meziyet Abla, Süheyla Abla... ve diğerleri. Yani bir yandan da sokaktaki insanlar -ya da Gogol’un “küçük insanları” diyelim- hayat veriyor romana.
Çanlar, siyasetin ağırlık taşıdığı bir roman. Ekim Devrimi’nden, devrimin insan hayatına nasıl dokunduğundan canlı örnekler veriyor. Şubat ve Ekim devrimlerinden sonra Sovyetler Birliği tarihinin bir üçüncü dönüm noktası tek parti sistemine geçiş olacaktır. Artık daha dün Çar’a karşı devrim yolunda yürüyen Sosyalist Devrimci SR Partisi’ne ve anarşistlere yer yoktur. Tutuklanırlar, devlet kademelerinden tasfiye edilirler. Sonra Sovyetler Birliği’nde tarih, 1934’teki Kirov cinayetiyle derinleşen bir büyük bir iç hesaplaşmaya daha tanıklık eder. Parti, bu kez kendi içine bükülmüştür. Birkaç yıl sonra Lenin’in ilk lider kadrosundan kimse hayatta değildir artık. Çanlar, reel sosyalizmin işte bütün bu yıllara yayılan tarihinin içinde de yol alıyor. Sovyetler Birliği’nin kuruluş yıllarının, sonrasında Stalin döneminin, GPU’nun/NKVD’nin dünyanın dört bir yanına bir ahtapot gibi uzanan kollarının, gizli servislerin acımasız ağlarının insan ilişkilerini nasıl zehirlediğini; nasıl yeniden, yeniden biçimlendirdiğini anlatıyor. Kopmaz sanılan aile, arkadaş bağlarının nasıl dönüştüğünü ve bu dönüşümün yarattığı düşmanları; yeni dostlukları...
Ve İspanya iç savaşının siperleri... Cumhuriyetçi saflar. Franko’ya karşı savaşan cephenin; anarşistlerin, Troçkistlerin, Stalinistlerin, sosyal demokratların bir yandan da birbirinin gözünü oyduğu İspanya İç Savaşı’nı, George Orwell’dan, Ernest Hemingway’den okumalı insan. Orwell, 1938’de, “bir milis olarak cephede hiçbir yerde edinemeyeceği deneyimler edindiğini” yazar. İspanya İç Savaşı, Sovyetler Birliği’nin dış politikasının, devrim ateşiyle sınandığı, gün yüzüne çıktığı bir okul olur. Picasso’nun, Guernica tablosu, Nazi Almanya’sına ait bombardıman uçaklarının 26 Nisan 1937'de İspanya'daki Guernica şehrini bombalamasını tarihe kazır. İspanya iç savaşı tarihte olduğu kadar, kültür ve sanat alanında da silinmez izler bırakır. Bu, esas olarak anarşizmin savaşıdır ve bir anarşist olarak Zileli Çanlar’da, anarşizmin, anarkosendikalizmin mücadelesi içindeki insan ilişkilerini kurgular. Anarşist lider Durruti’yi anar. POUM milislerinin, anarşist milislerin arasındadır Yelena. Boris’in, sevdiği adamın Paris’teyken öğrettiği tek İspanyolca sloganı kullanarak “Viva revolución!” diye seslenir onlara coşkuyla. Onlar da sağ yumruklarını şakaklarına dayayıp “Viva revolución! Viva anarquia!” diye bağırırlar. İşte anarşistleri de görmüştür Yelena. Pek öyle kilise yakıp çan tahrip edecek tiplere de benzemiyorlardır.
“Çan sesleriyle uyanan Kuzey, gözlerini açıp çevresine bakındı. / Aşağıdaki yoldan yürüyen olağanüstü bir kalabalık... Taksim yönüne doğru.”
Zileli, Çanlar’da politik bir roman için çok da rastlamadığımız bir şey yapıyor, geleceği kurguluyor. Bu, Gün Zileli’nin daha önce de denediği bir tarz. 2007’de Yaba Yayınları’ndan çıkan Komün - Geleceğe İlişkin Bir Politik Alegori adlı kitabında da Zileli, geleceğin Türkiye’sine bakmaya çalışmıştı. Ama bu kez Türkiye’nin çok ama çok yakın geleceğini kurguluyor ve bu yanıyla da Çanlar, bence cesur bir roman. Çanlar, bizi büyük günlerin beklediğini haber vermektedir. Ve bir sabah çan sesleriyle uyanacaktır, İstanbul.
“Ensemde demirin soğukluğunu hissettim. Beynimde çanlar çalıyordu.”
Sayfalar tükendikçe Zileli’nin romanı, devrim fikrini okuyucunun aklında, kalbinde yeniden tarttığı bir duygu, düşünce yükü bırakıyor geride. Ama devrimin, yaşananlar ne olursa olsun, tarihin tekerleğinin döndüğü yönde insanlığın tek ama tek kurtuluşu olduğunu derinden hissettirdiği –bana hissettirdiği buydu- dokunaklı, akıcı, nefes kesici bir duygu, düşünce yükü: Özgürlük! İşte asıl olan bu!
Nihayet, insanı çarpan ve “Hayır! Böyle bitmesin...” dedirten dokunaklı, şaşırtıcı bir final.
Roman bittiğinde Aya Triada Rum Ortodoks Kilisesi’nin çanları çalmaya devam ediyordu. Ve devam ediyor... Hâlâ çalıyor çanlar. John Donne’un söylediği gibi, çanlar kimin için çalıyor deme, çanlar senin için çalıyor.