EMRAH SAFA GÜRKAN
Kronik Kitap 2020 304 s.
Emrah Safa Gürkan'ın yeni kitabı Bunu Herkes Bilir, daha çok yazarın YouTube’daki programlarında sorulacak sorulara çalışırken cevapladığı soruların bir dökümü. Bu yüzden kitap daha popüler ve daha kolay okunabilir.
Emrah Safa Gürkan (işbu yazıda ismini ESG olarak kısaltacaktır ATK) hiperaktif, çok hızlı konuşan genç bir tarihçi. Kime göre, neye göre “genç” diye sorulacak olursa, ortalıkta devamlı yorum yapan tarihçilere göre deriz olur biter. Tabii ki gençliğini, mizahi bir tarafla da çeşitlendiriyor. Bu sayede sıkıcı olmamak bir yana, sevimli bir bilgi küpü olarak anılmayı başarıyor.
Hızlı konuştuğunu ve kelimeleri yuttuğunu zanneden beni bile geride bıraktığını söyleyebilirim. Hangimiz daha şen şakrağız ona da çevredeki arkadaşlar karar versin. ESG’nin bundan önce Sultanın Casusları (2017) ve Sultanın Korsanları (2018) diye iki kitabı vardı. İkisini de zevkle okumuştum.
Yeni kitabı Bunu Herkes Bilir daha çok YouTube’daki programlarında ona sorulacak sorulara çalışırken cevapladığı soruların bir dökümü. Bu yüzden kitap daha popüler ve daha kolay okunabilir.
Kitapta aslında çok daha ilginç ve hatta matrak konulara değinebileceğini buna rağmen değinmediğini daha önsözde açık açık belli ediyor. Henüz kitabı satın almamış okuyucunun ilk bakacağı yerlerden biri olan arka kapakta da tekrarlıyor. "Efendim," diyor, bu kitap “…tarihi şifreleri, El Dorado’nun yerini, Karındeşen Jack’in kim olduğunu ya da simya taşının hikmetini öğretmeyecek.” Sonra başka ilginç örnekleri de sıralayıp, “bir köşede hacetini gideren Evliya’nın üstüne düşüp onu 'boklu gazi' yapan düşman”a kadar getiriyor sözü Fakat bundan da bahsetmek yok diyor.
Yani istesem bu konulardan hap gibi bilgiler veren herkesin daha kolay okuyacağı ve tabii daha çok ilgi çeken, tribünlere oynayan bir kitap yazmayı da bilirdim ama ben kolaycılığa kaçmadım demeye getiriyor. Bunları derken garip popüler tarih kitaplarının, ilginç olmak için sonunda düştüğü pespayelikleri de öne çıkartmış oluyor sanırım. ESG’nin çok alçakgönüllü olmadığını bildiğimizden pek de şaşırmıyoruz. Sevimli geliyor artık.
Zaten o da hedefim daha üstte diyor: “…grotesk tarih kortejinin birbirinden ilginç kahramanlarının yaratacağı hafif bir tebessümden ve … şaşkınlıktan daha fazlası…” Güzel! Hedef yükseltirse biz de ona göre kendimizi hazırlarız.
Ancak ESG o kadar iddialı ki, çok sağlam bir yergiyi hak ettiğini de kitabın yazılış amacını anlattığı önsözün henüz 3. sayfasında dosta düşmana ilan ediyor:
“O yüzden kitabı, proletarya olduğunu bile fark edemeden penceresiz ofislerinde ömür törpüleyen, Viktoryen ahlâkın tasallutunda mantıkdışı hassasiyet ve özentileriyle özgürlük çağında kendisini prangalayan tüketim toplumunun çaresiz bireylerini “kişisel” gelişim kitaplarının pençesinden kurtarmak için yazdım.”
Bu zevatın sırasıyla, “proletarya”, “Viktoryen ahlâkı”, “tasallut” ve belki de “pranga” kelimelerinin anlamını bilemediğini düşünürsek, silkinip kendilerine gelmelerini beklemek de bir o kadar boşa çaba sayılabilir. Bu durumda ESG’nin omuzundan tutup da onu da gözlüğü burnundan kayacak kadar silkmek gerekiyor. Zira kendisinin isteği koca bir oksimoronmuş gibi geliyor bize.
Kişisel gelişim kitabı okuyan bu kitabı detoks yerine okumaz ki. Oksimoron burada işte. Çıtayı bu kadar yükseltmesen de olurdu, kitaptan memnunduk, abartmamak lazım.
Aynı önsözün son cümlesi, Türkiye’deki iki yaygın sorundan mustarip olanların kitabı usulca bırakmaları ricası. Birincisi Nuri Bilge Ceylan’ın Türk halkı üzerinde gözlemlerinde geçiyormuş, “farklılığa olan alerji”; diğeri ise “kamusal alanla, bireysel alan arasındaki farklılık, tam bir ikiyüzlülük”. Eğer bu ikisini de yapıyorsanız bu kitabı okumayın diyor.
O nasıl mümkün olacak? Önsözü okuyarak, bu satırına kadar gelmiş, farklılığa alerjisi olduğunun farkında olan biri ve olmadık yerde “duyar kasan” (yazarın tabiri) ve bunu bilinçli yapabilen biri nasıl özeleştiri yapıp kitabı okumaktan vaz geçecek? Civciv de yumurta da tavuktan.
Yani bu önsöz aslında bu kitabı alıp okuyup okumama arasında gidenlere bir meydan okuma (challenge) yaratıyor. Okuyan için bir iltifata ve daha yüksekte bir yere ait olma hissi vaadediyorken, zaten kişisel gelişim kitaplarına gömülenlerin olaydan hiç haberleri olmadığı için onlara da hakaret sayılmıyor. Taktik iyi.
Neyse onun okura attığı yeme biz de musallat olmayalım, onun taktiğini “bam bam bam oynayalım” bakalım diye üzerimize vazife haline getirmeyelim.
Daha ilk bölümü kadınlar ve onların Osmanlı’daki yeri. Oldukça hoş ve iyi bir konu seçilmiş. İkinci bölüm tü kaka olarak gösterilen yeniçerileri anlatıyor.
Üçüncü bölüm, Osmanlı mı geri kaldı, Batı mı çok ileri gitti sorusuna cevap arıyor. Bu bölümde Halil İnalcık’ı anıyor ama değişik şekilde. “Şeyhü’l-müverrihin” diye adlandırıldığını ama Halil İnalcık’ın şeyhten şıhtan hazzetmediğini de belirtiyor; onun Osmanlı gerilemesini “mentalite”ya bağladığını belirtiyor. Bu hususa değiniyor ama Halil İnalcık’ın “haklı olarak” Osmanlı’yı antikapitalist bulduğunu eklemeden geçmiyor. Bu kadar bilgiyle okuyucu boğsa dahi (iyi ki yazıyor, bu karışıklığı konuşarak aktarsaydı anlamamız hiç mümkün olmayabilirdi.) İnalcık ve Mehmet Genç’in geri kalma teorisine yazarın katılıp katılmadığı pek bir muğlak kalıyor.
Osmanlı neden geriledi dendiğinde, Batı çok hızlı gitti demek yeterli olur mu? Okuyucu karar versin.
Yine de geri kalmamızın sebebini Washington D.C.’deki bir elçilik resepsiyonunda “Gök Tengri’den vazgeçip Arapların dinini almak” olarak açıklayan Türk Akademisyenini sahaf köşelerinde Samsun 216 içen amcalara benzetmesi bizi güldürüyor. Tekel 2000 içenlerin düşüncelerini merak etmedik değil.
Sonraki sayfalarda “Koskoca bir medeniyeti sürekli bir durgunluğa mahkûm göstermekten vaz geçip cevabı başka faktörlerde aramalıyız” da diyor. Yani kitabı sakin sakin okuyan okuyucunun, yazarın sunduğu açıklamalardan birini usulca kabul etmesini, eğer beğenmiyorsa daha akıllıca bir teorisi olanı beklemesini öneriyor.
Açıklamaları biraz karmaşık ama yine de yeterli buldum; asıl amacın “Türk kamuoyunun şu her geçen gün artan müşkülpesentliğini detaylardan tahlile, usül'den 'esas'a kanalize etmektir” olduğu saptamasını da öyle...
Matbaanın Osmanlıya geç gelmesinin bir sebep değil sonuç olduğunu, erken gelmiş olsa bile pek okumayı sevmediğimizi belirtiyor sonraki bölümde. Haklı. Antalya Akev Üniversitesi’nin 500 kitabı olduğunu söylüyor ki çok fena! İşbu yazıyı yazan bendeniz onun iki katı kadar kitabı ülke değiştirmeden önce hibe etti yahu. Çok fena çok.
"Osmanlılar Neden Amerika’ya Gitmedi?" isimli bölümde “Kanuni Sultan Süleyman bir salaktı” vecizesinin sahibi, “bir mühendislik dalında esaslı bir kariyere de sahip olan ve kamusal bir entelektüel olarak adlandırabileceğimiz akademisyenlerimizden biri..."nin Celal Şengör olduğunu neden gizliyor anlamadık. O dedi işte! Şimdi sorsak gıdığı sallanacak kadar hararetle tekrar eder. Konuyu Kenan Evren’in yaptıklarına övgüye kadar da getirebilir. Bak, ben gizlemedim, ESG gizem mi yaratmak istemiş? Bu bölümde Osmanlı Gemilerinin okyanusa uygun olmadığını anlıyoruz ve ticaret rotası üzerinde olan Osmanlı’nın engin denizlere açılmak gibi bir arayışa geçemeyeceğini de.
Sonraki bölümde kâşiflerin neden Batıdan çıktığını okuyoruz. Ama içinde “Osmanlılar neden Amerika’ya gitmedi” diye bir başlık var yine. Yahu önceki bölümün konu başlığı bu değil miydi zaten? Biraz tekrar var kitapta, bunu da belirtelim.
Osmanlılar Türk müydü? Bunu soruyor yazar. Güzel konu ve tabii içinde “Etrak-ı bî-idrâk” ifadesinin Osmanlı kaynaklarında geçmesi de konu ediliyor. Anlamı “İdraksız, aptal Türkler” (Arapça “Türk” tekildir, “Etrak” ise çoğul ve “bî” ön eki “yoksun” anlamına gelir). Ayrıca Osmanlıların kendini Romalı olarak adlandırması ihmal edilmemiş.
Sonraki bölüm neden geri kaldık meselesi üzerine yine. Burada Mısır Hidvi İsmail’in kendini Afrika değil Avrupa’da görmesi ve “Verdi’ye Aida Operası siparişi verdi” diyerek (Bu “Verdi’ye verdi” kelime oyunu ESG’nin değil benim) saçma harcamalar yapması ele alınıyor. Bir de sipariş verilmiş, astronomik bir ödeme yapılmış ama opera zamanında yetişmemiş, iyi mi?
Sonraki bölüm bir "Kızılelma Sorunsalı": Viyana ve Roma’yı alsak ne olurdu diye bir tartışma var. Sürprizbozan (spoiler) vermeyeceğim, siz okuyunuz. Daha sade ve çok tekrara girmiyor. Bu bölümde kitabın ortasındaki renkli resimlerin olduğu sayfalara "bakınız" veren bir bilgi var. Atina’daki Parthenon’un içine yapılan Osmanlı camisinin resmi…
Ayrıca maketini de sunalım.
Bence bu resimden daha önemlisi 1867’deki Venedik kuşatmasında ve saldırı sırasında cephanelik olarak kullanılan Parthenon’da büyük bir patlamada tavanın uçması. Bu tapınağın cami olmasını ve minare eklenmesini anladık da cephane olarak kullanmak nedir? Venediklilerin ele geçirme iştahı mı kötü yoksa bu karar mı? Patlama ânını gösteren ve British Museum’da bulunan gravürü kitapta bulamayacaksınız ama ben size sunayım.
Sonraki bölüm de İstanbul’un fethi hakkındaki efsaneler. Popüler olmayacağım dese bile ESG, Etyemez olarak adlandırılan bu bölgenin vejetaryen bir Osmanlı kasabından geldiği bilgisini veriyor. Bak sen.
Bir sonraki bölümdeyse Cervantes’in İstanbul’a gelip gelmediği meselesi var. Orada Yavuz’a yakıştırılan küpeli resmin onun azılı düşmanı Şah İsmail’e ait olduğunu öğreniyoruz. Hatta bu bölümde Süheyl Ünver’in Fatih’in defteri takıntısına üzülüyoruz bile. Bunlar spoiler değil inanın, kitabı okumak ayrıca çok zevkli.
Sondan önceki bölüm yanlış kullanılan kavramları anlatıyor ve Sonsöz’e geliyoruz. Burada güzel bir yanıt var. “Tarih ne işe yarar” sorusuna…
“İnsanlığın ve toplumların bir laboratuvarı olmadığına göre; geçmişteki kişi, cemiyet ve devletlerin çeşitli sosyal, ekonomik, kültürel ve coğrafi faktörlere verdikleri tepkileri ne kadar iyi anlarsak, çevremizi de o kadar algılarız”
Sonra da oldukça titiz çıkartılmış bir kaynakça ile kitap bitiyor.
Kitabı, yazarı kadar matrak buldum. Hızlı ve kolay okunuyor. Terimlerin etimolojik kökenleriyle verilmesi de hoşuma gitti. Birisi buna eleştiri getirmiş nedense. Millet neyi eleştireceğini şaşırmış azizim.
İndirgemeci ve keskin olarak Osmanlı’daki duraklama devrinin tek bir olaya ve hatta güne bağlamanın komikliğini göz önüne seriyor ESG. Eleştiriler yerli yerinde.
Palabıyık ve papyonlu tarihçimizin, bir Hıristiyan Sapkınlığı sayılan ve Bulgaristan’dan çıkıp yayılan Bogomillerden çıkan “Bogomil” kelimesini sıfat olarak, canlı yayında seyircilere atfetme sebebini hatırlamasam da (bir keresinde açıklamıştı ama o kadar bölümü bir daha seyretmek zor olacaktı) aklımda kaldığını belirteyim.
Papyonlu sevimli palanın, kitapta hele hele ilk başlarda çok tekrara düştüğünü söylemek gerek. Sanırım itiraz gelmesin diye biraz da nazik konularda dikkatli yazacağım derken, mükerrer konular, paragraflar ortaya çıkmış. İnalcık’ın “tarihçilerin kutbu” olarak tanımlanmasının, garip bir muhafazakârlık göstergesi sayıldığını, ve bizzat İnalcık’ın bunu tercih etmeyeceğini biz de tahmin ediyoruz da, arada ESG hocayı yeriyor mu övüyor mu, bu anlaşılmıyor pek.
Son olarak Yuval Noah Harari’yi dünyaca popüler bir yazar olarak, insanın tarım toplumu olmayı tercih ederek yani o aptal buğdayı yetiştirmek için günümüzde haftada en az 5 gün ve toplamda 45 saat çalışmak zorunda olduğunu, avcı toplayıcıyken günde üç saat ve haftanın 3 günü çalışmasının yeterli olacağını ve son tahlilde bunu insanlığın kendine attığı bir kazık olarak tarif etmesini eleştiriyor. ESG çok tehlikeli bir mamut peşinde geçen az çalışma süresini, uzun süren güvenli çalışmaya tercih etmeyeceğini söyleyerek bizden artı puanı kapıyor. Hak veriyoruz. Fakat fazla popüler ve ilginç konulara girmeyeceğim derken kitabın sonlarına doğru onun da daha verimli gibi gelen popüler şeylere kendini kaptırdığını görmesi gerek.
Bir Alex değil, ya da bir Harari değil ama ESG sevdiğimiz, zeki, hızlı konuşan ve verimli bir tarihçi olarak bizi bu tür kitaplarla daha çok besleyecek gibi gözüküyor.
•