MILENA BUSQUETS
Çev: Seda Ersavcı Domingo Yayınevi
"Blanca, ayrıldığı iki kocası ve çocuklarıyla, tanıdık tanımadık çok sayıda kişiyle birlikte annesinin gömüleceği çukurun başında duruyor ve annesiyle konuşuyor. Bütün kitap boyunca yapacağı gibi, hayat boyu yapıldığı gibi, söyleyemediği, çözümleyemediği ne varsa, bir ölüyle konuşarak içinden atmaya, hafiflemeye gayret ediyor."
‘Bu da geçecek.’
Duyulabilecek en çiğ varsayım, en altı boş temenni. Çünkü sıkıntınıza gerçekçi gözlerle bakamayanlar tarafından bazen bir direktif şeklinde sarfedilir. Çünkü bir an önce kendinize gelmek asli görevdir. Çünkü geçip geçmeyeceği aslında kaybın büyüklüğüne bakar ve kayıp büyükse ‘küfretsen daha iyi’ diye düşünürsünüz size bunu söyleyenin yüzüne bakarken, içinizden saydırarak. Bütün teselli sözcüklerine benzer mesafede duran biri olarak Milena Busquets’in kitabını gördüğümde, bu cümlenin bir kitap adı olarak çok güzel olduğunu düşündüm ve sebebini mantıkla açıklayamıyordum. Kitabı bitirene kadar da aynı durumda kaldım.
İlk sayfa itibariyle bir cenaze merasimindeyiz. Başkarakter Blanca, ayrıldığı iki kocası ve çocuklarıyla, tanıdık tanımadık çok sayıda kişiyle birlikte annesinin gömüleceği çukurun başında duruyor ve annesiyle konuşuyor. Bütün kitap boyunca yapacağı gibi, hayat boyu yapıldığı gibi, söyleyemediği, çözümleyemediği ne varsa bir ölüyle konuşarak içinden atmaya, hafiflemeye gayret ediyor. Hatta bolca seks, uyuşturucu ve sarhoşluk nöbetleri de var dersek kitabın şu popüler, yabancı pembe dizileri anımsatan tarafını anlatmış oluruz. Asıl mesele arka plana saklanmış ‘filozof kafası’nı görmeyi istemekte. Kaldı ki kitap bu konuda daha cömert.
Anladıklarım ve aldıklarım var:
Dünyanın bir yerinde yaşayan bir kadın, kırk yaşına dek özgürce, delice, aşık olup, terk edip, tekrar aşık olarak büyümüş. Kocaları gitmiş, çocukları ve yeni aşklar için umutları kalmış. Ama asıl oyun, bir kadının yaşadığı sürece ayakta ve dik durabilmesi için blöfü, kazanma ve kaybetme anında yapılacakları ile muhakkak pokeri öğrenmesi gerektiğini anlatmaya çalışırken ölen birinin cenazesiyle başlamış.
Anne ölmeden önce köpeğinin de onunla birlikte gömülmesini, onsuz bir hayatta köpeğini iyi şeyler beklemediğini düşünmüş ve söylemiş. Ama kadın bunu yapmamış çünkü orası ne ‘lanet olasıca Mısır’mış, ne de katıldıkları bir firavunun defin töreniymiş.
Birini kaybettiğinde canın yanıyorsa, canın yanıyor demekmiş. Sevişince de geçmezmiş. Sadece birkaç saniyeliğine zamanı durdurur ve hemen ardından mide bulantısı yaratırmış. Yanındayken varlığıyla dolduramadığı boşluğu, gittikten sonra ölü ve süs püs içindeki çiçek aranjmalarıyla doldurmaya çalışan türden erkeklerle ise bu his iki katı fazla yaşanırmış.
Küçükken ve arabanın arka koltuğunda otururken belki de tek hayalin direksiyona geçmek, o yaşa erişmekmiş. Direksiyona geçtiğin ve tekrar arka koltuğa dönebilmek için veremeyeceğin hiçbir ödün olmadığını anladığın, gözlerini sinsice kısıp, kime ve neye olduğu anlaşılmayan bir öfkeyle dikiz aynasından arka koltuğa bakmaya başladığın an büyürmüşsün.
Eğer annenin cenazesine katılmışsan bundan sonra katılacağın her cenaze onunki olurmuş. ‘Ev değiştiririm, anılardan, eşyalarından kurtulurum, son giydiği ceketi kuru temizlemeciye veririm, yere düşmüş son saç teli de gidene dek her yeri temizlerim’ diyorsan, boşuna umutlanıyormuşsun. Nereye gidersen ve ne yaparsan yap, ölü de seninle geliyormuş. Fiziki olarak nereye gömüldüğü mühim değilmiş çünkü o tören, aslında sadece anneni içine gömmenin hörmetine yapılıyormuş. Ayrıca cenaze merasiminden döndüğünde o gün giydiğin tüm kıyafetleri yakmalıymış, çünkü artık kurtarılamazlarmış.
Dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan Milena Busquets adındaki bir kadın yazar, şu cümleleri kuracak kadar cesurmuş: “Teoride insanlık tarihinde bir kez yaşanan o olay, yani dört ayak üzerinde yürümeyi bırakıp ayağa kalkmak ve düşünmeye başlamak, benim aşktan her yere çakılışımda yaşadığım bir şey.”
Annenin sağlıklı günlerinde, yanından öylece geçerken “Dişimi fırçalamam lazım” der gibi “Seni tanımak bir zevkti” demesini hayal etmek ne kadar zormuş. Sonra bir kez daha düşününce, yaşanmış, yaşanamamış ne varsa elde, bundan daha güzel bir veda belki de yokmuş.
Bir kitap bu kadar dürüst ve cesur bir dille yazıldığı zaman en çocuksu korkularından bile utanmamayı öğrenebilirmişsin. Dilin, halin, düşüncelerin buna göre değişebilirmiş. En azından üzerinde düşünmeye değermiş: İnsanlara ve hislerine hafifletici takma adlar bulmaktan istifa edip, acıtsın ya da acıtmasın, gerçek ismiyle kabullenebilirmişsin. Sonrasında bunlarla ne yapacağın ise sana kalırmış.
Bu da geçecek, hayatımda okuduğum en uzun, en dürüst, en tuhaf ve tuhaflığı nedeniyle çok güzel mektuplardan oldu. Yaşadıklarını anlatma ve itiraf etme üslubunu takdir ettim, okurken kurgu olabileceği ihtimalini düşünmedim, düşünemedim ve bir kısmını yazmakta da çok zorlandım. Çünkü karşımdaki bir yazardan çok beni sırdaşı gibi gören bir kadındı. Kitabı boyunca benimle konuşmuş ve bana olan biten herşeyi, en mahremini bile anlatmıştı.
Bitirirken söylemek istediğim tek şey şu: Böyle bir mektubu sadece annene yazabilirsin, sadece ona. Ölü de olsa, seni sevmemiş de olsa, kayıp da olsa. Bunlar sadece ona yazılabilir. Yazarın anlatmaya çalıştığı da buysa eğer, ben varım.
Ve evet, Milena da tıpkı benim gibi, ‘bu da geçecek’ lafından nefret ediyor.